Önce adı dikkatimi çekti. Kapakta sadece Feyza Hepçilingirler ve “Zesto Psomi” yazıyordu, oldukça geçmiş yıllara ait olduğu anlaşılan gemi fotoğrafı ile birlikte… Bir roman için çok iddialıydı, eğer yazarın adı olmasaydı bir kenara bırakabilirdim. Biz Ekin Yazı Dostları olarak Ocak 2015’te soğuk ve yağışlı bir kış gününde Ayvalık’ta okuduğumuz “Kırmızı Karanfil Ne Renk Solar?” romanından bu yana yazarı oldukça iyi tanıyordum. Öykü, çocuk kitapları ve özellikle Türkçe üzerine hassasiyetini vurgulayan “Türkçe Off”, “Dilim Dilim Anadilim”, “Dedim “Ah!” – Türkçe Off-2”, “Türkçe Dilbilgisi Öğretme Kitabı”, “Ama önce Türkçe!” gibi çok kitabını bildiğimden, bir anda değerli hale geldi.
Ancak konuyu öğrendiğimde biraz şaşırdım. Girit mübadillerini anlatması beni bir an bile olsa duraklattı. Son yıllarda göç ve mübadele konusunun çokça işlenmiş olması büyük çoğunluğunun edebi değerden uzak, acındırma hatta ağlatma duygusu uyandırma üzerine kurgulanmış olması beni bu konudan uzaklaştırma eğilimine sokmuştu. İlgimi toparlayan iki etken vardı. Yazarın adı, bende bıraktığı etki ve eleştirilerine her zaman çok güvendiğim değerli ağabeyim Bahri Karaduman’ın “Bu çok farklı, mutlaka okumalısın” önerisi.
Elbette aldım ve okumaya başladım. Daha ilk satırlarda ilk tedirginliğimin boşa olduğunu anladım. Yazar konuya çok sade, bilgilendirici ve merak unsurunu her sayfada canlı tutarak başlamıştı. İlk merakımı, neden “Zesto Psomi” konusunu ilk yüz sayfada bir konuşmayla giderdim:
“Eee, Öğrendin mi Türkçeyi?” demişler
O da, “Öğrendim” demiş.
“Ne öğrendin?” diye sormuşlar,
“‘Sıcak ekmek’ demeyi öğrendim” demiş.
“Ne demek o?” demişler.
Giritliler anlasın diye Rumca’ya çevirmiş adam:
Zesto Psomi.”
“E, soğuyunca ne diyorlar?” diye sormuş içlerinden biri.
Adam düşünmüş taşınmış. Verecek cevabı yok. Kestirmeden yanıtlayıvermiş soruyu:
“Bırakmıyorlar ki orada soğusun.”
Romanın akışından anlaşılacak, çok kanlı canlı, sahici yazılmış. Zaten zaman zaman başvuracağım Bahri Karaduman söyleşisinde yazar şöyle diyor: “Roman yazdığımı öğrenen arkadaşlarımdan, “Lütfen mübadele romanı olmasın,” diyenler oldu. Ama benim ‘Nasıl yazılabilir?’ diye yıllar yılı düşündüğüm bir olaydı mübadele; vazgeçmedim. Biraz farklı yaklaşmaya çalıştım. Herkesin farklı geçmişi, farklı öyküsü vardı çünkü. Olayı değil, insanı derinden kavrayarak o insanların, neler yaşadıklarını anlatmaya çalıştım.”
Burada romandan bazı örnekler verecek olursam yazarın söyledikleri daha iyi anlaşılabilir:
“Yere öylece atılır yarı boş bir pamuk hararının üstüne bağdaş kurup oturmuş yaşsız bir adamdı. Belki ihtiyardı, belki de ayağa kalkıp silkinse yirmi beş yaşında bir delikanlı olacaktı.”
“Türkiye’ye gitmek ailesi için böyle bir şey değildi, nereye gideceklerini bilmiyorlardı onlar, nasıl karşılanacakları meçhuldü, ne yapacakları, orada hayatlarını nasıl sürdürecekleri hep bilinmezlerin arasındaydı.”
“Aile böyle şenlikli bir hüzün, acıklı bir düğün havası içinde evlerini terk etmeye hazırlanırken…”
“Mezar taşını götürmeye çalışan adamın durumuna kendilerinde gülecek mecali bulamadılar…”
“Eşyaları insanın yaşadığının en büyük tanığıymış. Onlar olmayınca tüm yaşamı bütün tanıkları ile birlikte arkasında kalmış gibiydi. Geri gelmeyeceğini bildiği halde bir ev gezmesine gidiyormuş da birkaç saat içinde dönecekmiş gibi düzeni bozulmamış bir halde çıkmak istemişti evinden…”
Önce Girit’teki yaşam ardından gemi yolculuğu, son olarak da Ayvalık’taki yaşam bütün içtenliği ve sahiciliği ile okuyucuya aktarılmış. Çok doğal olarak gemi yolculuğundan itibaren romana derin bir hüzün duygusu hâkim oluyor, bunun kaçınılmaz olduğunu kabul etmek gerekiyor. Ailenin Ayvalık’a yerleşmesinden sonra yine acısıyla, hüznüyle ama yeni bir yaşamın da getireceği düzenle devam ediyor.
Bu romanda ben birkaç konuda bilgilendim. Bunlardan biri “Madinada” dedikleri Girit manileri. Bu konuda söyleşide yazar şöyle diyor:
“Hemen her konuda “madinada” dedikleri manilerle atıştıklarına epeyce tanık oldum. Eşim o manileri bilir ve yeri geldiğinde söylerdi. Romanı yazarken de hayattaki tek Giritli olan eşimin ablasına sorarak doğruladığım maniler oldu.”
Diğeri de “Erotokritos”, bir Girit destanı… Bu sıradan bir kitap değil. 1553 yılında doğan Venedik kökenli, Giritli, Aristokrat bir ailenin oğlu olan Vitsentzos Kornaros’un ortalama on beş heceli 9960 civarında mısradan oluşan aşk, dostluk, cesaret ve vatanseverlik konularında yazılmış destansı bir şiir. Bugün bile birçok Giritli tarafından bazen Girit kemençesi “Lira” eşliğinde ezbere söylenmektedir. Çeşitli dünya dillerine çevirisi yapılmıştır. (Kitabın önsözünden)
Bu kitap Lozan Mübadilleri Vakfı tarafından, 2011’de “Bir Girit Destanı” alt başlığıyla Türkçesi ve Rumcası ile birlikte Prof. Dr. Hakkı Bilgehan çalışmasıyla yayımlamış. Ben bunu okuyunca kitabın peşine düştüm. Ancak az sayıda basıldığı için sahaflarda dahi bulamadım. O zamanlar Lozan Mübadilleri Vakfı yöneticilerinden olan değerli Aristonikos Okuma Grubu arkadaşımız Nevil Gündoğdu’da olduğunu öğrenince, ödünç alarak bilgisayarda taradım ve arşivime aldım. Kendisine teşekkür ediyorum.
Erotokritos üzerinde neden bu denli durdum; Roman kahramanlarından biri bu destanı elinden hiç bırakmıyor, hatta Türkiye’ye gelirken bütün zor koşullara karşın yanında getiriyor. Gerisini Feyza Hepçilingirler’in söyleşisinden okuyalım:
“Babaannem Girit’ten gelirken yanında getirmiş Erotokritos’u. Gerçi babaannemin okurken kitaba bakmasına gerek yoktu; koskoca kitap ezberindeydi. Girit’ten getirilen o kitap şu anda bende. Erotokritos önemliydi; Giritlilerin güç aldıkları bir dayanaktı.”
Romanda çokça aşk öyküsüne tanık olacaksınız. Bir kısmı yaşanan yerin gereği olarak bir taraf Türk, bir taraf Rum olan… Bunlardan birinin sonunu merakla beklerken son sayfalardan küçük bir ipucum var. Nereden alındığını eminim çok iyi bileceksiniz. Tiyatro deyimiyle “spoiler” yerine sayın.
“Sevgi neydi? Sevgi sahip çıkan dost, sıcak insan eli, insan emeğiydi. Sevgi iyilikti, sevgi emekti…”
Sonuç olarak;
Bütün önyargımı darmadağın eden bir Girit ve mübadele romanı okudum. Mübadele ile uzak yakın ilgisi olan ya da sadece merak eden herkese kesinlikle öneriyorum.
Feyza Hepçilingirler’i böyle bir konuyu bütün duygusal hassasiyeti aynı zamanda gerçekliği ile bu denli başarılı bir şekilde aktardığı için yürekten kutluyorum. Kalemine sağlık…