Türkçe ile Başlamak
Sıklıkla yazılıyor, konuşuluyor. Sosyal medyada, orada burada, pek çok yerde. Türkçe ne kadar bozuldu deniyor, durum umutsuz deniyor, handiyse Türkçe bitti… Şaşırıyorum. Çok tuhaf değil mi? Dil dediğin yaşamıyor mu, niye bitsin? Varsın kimse duymasın; beş bin sayfa şiir yazmış dağlar gibi Dağlarca ya da o masmavi Yunus, Anadolu’da bir ovada, bir kavak gölgesinde çağıl çağıl çağlamaktadır şimdi bile. Türkçe mi kaldı diyorlar ama bu cümle Türkçe. Bakacağımız yeri bilmiyoruz belki de dilimizi ararken. Zira insan nereye bakacağını bilse, yolu tayin edebilse böyle sorunlar yaşanmaz. Şurada bir köşede Osman Şahin var; Başaklar Gece Doğar ne çok şey söyler bugün tükenmek üzere olan işçiye, köylüye! Aç Abbas Sayar’ı, Yılkı Atı’nı oku mesela, dilin ışıltısını gör. Doğa, insan sevgisi de caba. Çevrecilik mi dedi biri, Halikarnas Balıkçısı ne güne durur, sadece dizisi değil, oku, Gülen Ada şaheserdir. Aç Güntekin’den Eski Hastalık’ı, sevgi ve şefkat ürperişi. Aç Kemal Tahir’den Yol Ayrımı’nı, Bedesten bölümü anıt gibidir. Göz atsan Attilâ İlhan – Fena Halde Leman’a, elinden bırakamazsın… Necati Cumalı’nın eşsiz Yalnız Kadın’ı okullarda okutuluyor mu acaba… Eh madem listeyle girdik, Külebi’yi neden anmayalım, aç Cahit Külebi’nin şiirlerini oku… Gelgelelim nasıl açacaksın acaba, önce kitabı bulman lazım. Külebi bugün basılmıyor galiba değil mi, kim basacak da okunacak? Tümden unutuluşa terk edildi demek. Neden olmasın? Onun Amerika adlı nefis şiirini, yeni kuşakların bilmemesi kimileri için çok gerekli.
Dil bitmiş demek öyle mi? Evet kahve içilecek mekân konusunda bile bariz parçalanma içinde olduğumuz bilinen gerçek. Buradan dil de, kültür de nasibini alıyor, paralanıyor. Günü yirmi otuz kelimeyle idare ettiren nice insan… Oysa Türkçe, aşk güzelliğindedir. Onun sadece bileşik isim oluşturma mantığından çıkan kelimeler bile kadife kumaş: Limonküfü, mahzenkapağı, vişneçürüğü, gecekondu, dedikodu… O zaman bir merhaba Türkçeye, bir merhaba da okura gelsin, buradan. Merhaba!
Selim İçin
Selim. Böyle diyorum susarak. Susarak söylenilebilir ancak. Bir röportajında, doksanlarda, geride durmaktan söz etmiş. Kıyılarda. Selim diyorum. Böyle söyleyince de birçok şey sökün ediyor resimlerindeki hislerle. Akide şekerleri renkleriyle çizmiş hep, eflatun kuzgunkılıçları, menevişli sular, akşam alacaları.
Beş harften ibaret bir isim işte Selim. Slm kökünden, Arapça. Son romanımdaki başkahramanımın adının Salim olması tesadüf mü? Değildir. Güvenilir, barışık, sağ, sağlıklı demek. Birine selam vermek, ona güvenebileceğini anlatmak. Oysa sağ değil artık. Fakat ben anlatabilirim.
Emin, güvenilir demek. Madem sağ değil artık, hocam demeye de gerek yok, sen ben yetmez mi! Zaten, çok eskiden, çeyrek yüzyıl önce, kızardı hocam deyince. Ağbi de yeterli yahu derdi. Ama ğ ile, ille ğ kullanılarak bir ağbi. Sen de Attilâ İlhan’a öyle diyordun Selim, yazarken de çok yerde öyle yazmışsın. Ağabey, ağbi, abi; her biri başka türlü bir şey ifade eder; daha sonra anlayacaktım. Anlamak, hep sonradır zaten.
Genel olarak ince söylenir Selim’in tüm harfleri, söylerken hafifçe güler gibi olur insan. Bir incelikler insanıdır, ismi gibi. Ben de gülerek hatırlıyorum geride bırakılan zamanı. Veda edişi yüz günü geçmiş. “Selim İleri ölmüş, başın sağ olsun ağbi” diye bir mesaj gelmişti o akşam, yürüyüşe çıkmıştım, eve döndüğüm sıra. Koltuğa, onun Nar’a imzaladığı çiçekli resmin altına öyle çöküp kaldım bir an. Haftaya buluşacaktık, Safa’da. Ne yapacağımı bilemeden, ne yapmam gerektiğini, kalakaldım… Nar, babasını, belki de ilk defa, onca ağlarken görecekti şimdi.
Geriye dönüp bakınca, daha önce tanımlayamadığım birtakım şeyleri anlıyorum hemen: Anlamak sonradır dedim ya… Biliyordum gerçi, ölmek istediğinin farkındaydım aslında, kendime söylememiştim sadece. Hatta kaç kez, bir sabah uyandığımda ölüm haberini alacağımı da biliyordum. Ama insan kendine itiraf edemiyor işte.
O zaman, tam o zaman; Safa’nın kaç yüzyıllık binasının önünde, Yedikule (Necatigil’in şiiri), Bizans “Hepsi Alev”), İstanbul, Mihriban, Handan, Elem, Sait Faik (ah “Tüneldeki Çocuk”), Şinasi Hisar, Rahmi Bey, Yakup Kadrimiz, onca çok sevdiğin Reşat Nuri Bey, Halide Hanım, hepsi, herkes; bu gece ve her gece nelerden konuştuysak tek tek, saygı duruşuyla geçip gitti aramızdan. O zaman anlıyordum Selim ağbi. Böyle yaşamak, senin için yaşamak falan değildi.
Burada, bu mütevazı yerde, seni daha az tanıyan insanların olduğu mahallelerde, bu halini görmeyecek kimsesiz, yoksul insanların arasında, daha iyiydin. Onuruna dokunuyordu tüm bunlar. İdare ediyordun sadece. 2024’ün son günü mesajlaşmıştık. O gün, şimdilerde Selim Selim diye ortalıklarda gezen nicelerinin hiçbiri aramıyordu, bir telefon beklemiştin seni sevdiğini düşündüğün insanlardan. Bir ses. Niceleri arkadaşındı ama açtığın telefonlara bile çıkmıyorlardı bir zamandır. Birkaç kişi, o yıkık yıprak yerlerin birkaç kişisi dışında, kimse yoktu, Gülenay, Ümran, ben, üç beşi daha. Sahiden dostların. Bakma sen, bizim edebiyatımızın böyle nankör, beş para etmez tiplerle dolu olduğunu da ben senden öğrenmemiş miydim? Aynısı, sana da yapılıyordu aslında.
O gece söylediklerini sonradan, henüz yayınlanmamış son romanında da okuyacaktım. Hatta sanırım hâlâ yayımlanamayan. Üst raftaki kitaba uzanmak istediğim zaman, demiştin, iki kişi beni kaldırmak zorunda kalıyor gibi bir cümle. Buna dayanamıyorum demiştin. Hayatını acılar derlemekle geçirmiş sana, buncası ağır geliyordu. Ne diyeyim Selim, o son tahlil için hastaneye gittim deyip gitmemiş olduğunu Sami abi söyledi sonraları, gittim diye yalan söylemişsin. Bacağındaki yarayı da. Sanki bir intihar biçimi olarak.
Senden sonra o aslında nefret ettiğin pırıltılı, tam sayfa renkli edebiyatçı tayfası, Safa’ya da gelmişler, şuraya işte resmini koyalım, çiçekler miçekler bilmem ne… Yaşarken, son yıllarında bile arkadan hâlâ Tahiri idi o zaten, diye konuşanların sonraki nesli bunlar, ah canım bir gösteri inceliği, bir lütuf, hep böyle yaparlar…
Sami Ağbi’nin cevabı çok güzel ama. Ne çiçeği, ne resmi ya, ne diyorsunuz siz deyivermiş kızgınlıkla: “Arkadaşımı kaybettim ben, arkadaşımı…”
İyi misin artık Selim? İyice misin? Dindi mi acın… Hocam, ustam, arkadaşım.
Onur Caymaz