25 Şubat 1882’de Londra, İngiltere’de dünyaya geldi. Hiç okula gitmedi, evde eğitim gördü. Woolf’un aile üyeleri, İngiltere’nin seçkin entelektüellerindendi. Hepsi iyi öğrenim görmüş kişilerdi, üstlendikleri görevler önemliydi. Babası Sir Leslie Stephen editör, eleştirmen ve biyografi yazarı olarak ün yapmıştı. Görkemli kütüphanesi sayesinde kızı kendi kendini yetiştirme fırsatı bulmuştu. Özel öğretmenlerden Latince ve Klasik Yunanca dersleri alan Woolf, henüz dokuz yaşındayken ağabeyi Thoby ile evde Hyde Park Gate News adı altında haftalık bir dergi çıkarmaya başlamıştı. Babasının Viktoryen bağları, sonraları Woolf’un edebi stilini de etkileyecekti. Sir Leslie Stephen’ın ilk eşi, ünlü romancı Thackeray‘nın kızıydı. Thackeray’nın eşi akıl hastası olduğundan, Leslie Stephen’ın bu kadından olan kızı Laura, anneannesine çekmiş, yirmi yaşında bir akıl hastahanesine kapatılmıştı. Annesi Julia Prinsep Stephen ve babasının ikinci evlilikleriydi. Woolf’un öz kardeşleri Vanessa Stephen, Thoby Stephen ve Adrian Stephen dışında George Duckworth, Stella Duckworth, Gerald Duckworth, Laura Makepeace ve Stephen isimlerinde 5 kardeşi daha vardı. Büyük teyzesi Julia Cameron, birinci sınıf bir fotoğrafçıydı ve büyükbabası, amcası, üvey kardeşi ve Virginia’nın babası, şövalyelik payesi almışlardı. Teyzesi Katherine’de Cambridge‘de Newham College‘ın başında bulunuyordu.
Virginia Woolf’’un ailesi onun için birçok yazarın ailesinden daha önemli oldu, çünkü Woolf evde öğrenim görüyordu, bu yüzden yaşamının büyük bölümü ailesinin çevresinde döndü. Yedi tane hizmetçi, onlara yardımcı olan bir dolu yetişkin kadın ve aile üyeleriyle birlikte 22 Hyde Park Gate’teki altı katlı kalabalık bir evde yaşıyordu.
Annesinin grip nedeniyle 1895’te ani ölümü sırasında küçük Virginia 13 yaşındaydı. Bu ölüm onu derinden etkilemişti ve 2 yıl sonra sinir bozukluğuyla kendini gösteren krizlere yol açmaya başlamıştı. Yaşadığı travma ve ağır depresyon zaman zaman kendini gösteren hayali yaratıklarla konuşma ve olmayan sesleri işitme gibi halüsinasyonlara dönüşse de tüm bunlar hayatının tamamına yayılmamıştı.
1904’te babasının kaybından sonra yeni bir krizin eşiğine gelen Woolf’un gerçek yaşama dönmesi uzun zaman aldı. Bir süre sonra kardeşleri, Vanessa, Thoby ve Adrian ile birlikte yirmi iki yaşındayken Londra‘nın Bloomsbury semtindeki bir eve taşınan Virginia için bu değişiklik ve yer değiştirme bir çıkış, bir kaçış oldu. Ünlü yazar bu geçiş dönemiyle ilgili sonraları şu ifadeyi kullanacaktı:
Woolf’un katı toplumsal kuralları düstur edinmiş kardeşleri George ve Gerald, babalarının ölümünden sora kendilerinden küçük üvey kız kardeşleri üzerindeki etkilerini yitirdiler. Dolayısıyla Woolf’u topluma karşı dikkatli olmaya artık kimse zorlamamaktaydı. Miras olarak çok para kaldığı için şanslı olan kardeşler kurallara bağlı olmadan geceler boyu birlikte oturmak, tartışmak, sanat, edebiyat, din ve aşk üzerine konuşmak fırsatı buldular. Tüm arzuları “Yaşamın, görüntülerin altındaki derinlerine inmek” olan kardeşler, üyelerinin kayıtsız şartsız düşüncenin dürüstlüğüne inandıkları Bloomsbury isimli bir gruba katıldılar. Bu grup, insan hareket ve davranışlarında aklın önemli olduğunu savunmaktaydı. Ancak, Bloomsbury grubunda teori ve uygulamada farklılıklar göze çarpıyordu. Grup üyeleri birbirleriyle çelişmekteydiler, kişisel ve edebi çalışmalarında toplumun diğer sosyal tabakaları ile ilgilenmiyorlardı. Kendilerini üstün görmekteydiler. John Maynard Keynes, E. M. Forster, Roger Fry, Duncan Grant ve Lytton Strachey gibi ünlü kişiliklerin de yer aldığı grup, cinsel konulardaki özgürlükçü tavırlarıyla o dönem adından oldukça fazla biçimde söz ettirmekteydi.
Profesyonel olarak yazma işine 1905’te başlayan Woolf, Times Literary Supplement’e edebi eleştiri yazıları yazıyordu.
1906’da Thoby’nin kardeşleriyle çıktığı bir Yunanistan gezisi sırasında yakalandığı tifodan ölmesi Woolf için yeni ve başa çıkılamaz bir şok oldu. Thoby’nin ölümünden iki gün sonra ablası Vanessa’nın evlenmesiyle birlikte Virginia’ nın yaşamında birtakım değişiklikler gerçekleşti. Kardeşi Adrian’la birlikte, yine Bloomsbury yakınlarında bir eve taşınan Woolf, burada aydın çevrelerin yanı sıra, Londra sosyetesinin tanınmış hanımlarının da katıldığı toplantılar düzenlemeye başladı. Bu toplantılarda açık sözlülüğü ve sivri diliyle öne çıkan Virginia Woolf, yine bu dönemde, Times Literary Supplement’in yanı sıra, aylık olarak yayınlanan “Cornhill” dergisine edebiyat eleştirileri yazmaya başladı.
1909’da Bloomsbury’den Lytton Strachey ile nişanlanan Woolf, bir süre sonra anlaşamadıklarını düşündüğü için Strachey’den ayrıldı. Bir yıl sonra ruhani bir çöküş daha yaşayan yazarı, uzun süredir yayınlamayı düşündüğü ilk romanı The Voyage Out için okurdan gelecek olan tepkiler çok fazla düşündürüyordu. O dönem kız kardeşi Vanessa ilk çocuğunun bakımıyla fazlasıyla meşgulken kendisi eniştesi Clive Bell’le flört ediyordu ve aslında bundan büyük rahatsızlık duyuyordu. Bir depresyon anında kendisiyle ilgili olarak “29 yaşında hâlâ evlenmemiş bir ‘başarısız’. Çocuğu da yok üstüne üstlük, ruhen hasta ve yazar falan da değil” ifadelerini kullanan Woolf’a incinmişlikleri çok fazla olduğu için doktorlar tarafından yeniden bir dinlenme kürü verildi. Endişeyle yayınladığı ilk romanı Voyage Out yayınlandığında otuz üç yaşında olan Virginia Woolf’un kitabı eleştirmenler tarafından övüldü; stiliyse zeki, kurnaz ve yaşam hırsıyla dolu bulundu.
1912’de ağabeyi Thoby’nin arkadaşı, Cambridge’den sol kanat siyaset kuramcısı Leonard Woolf’ la tanışması Virginia Woolf’un hayatının dönüm noktası olacaktı. Zira Leonard Woolf bir ömür boyu, onun ruh sağlığının gözeticisi ve yaratıcı kişiliğinin en büyük destekçisi olacaktı. Ancak evlenmeden önce kendisine “Beni bedensel olarak etkilemiyorsun hiç” diye yazacaktı Virginia. Evliliklerinin ilk yıllarında, 1913’ten 1915’e kadar yaşamının en ağır çöküntülerinden birini geçiren Woolf, intihar girişiminde de bulunacaktı. Yaşadığı ruhsal bunalım öncekilerin tümünden daha şiddetli ve daha uzun süreli oldu. Nedeni belki de, kocası Leonard’ın birçok doktorla konuştuktan sonra evliliğin çocuksuz devamına karar vermiş olmasındandı. Oysaki Virginia Woolf için hamilelik önemli bir konuydu. Bunu yaşamadığı için olayı başarısızlık olarak görüyor ve kendisini asla tam bir kadın gibi hissedemiyordu. Kendisine her türlü beyinsel uğraş yasaklanan Woolf, bir kliniğe yatırıldı. İyileşmeden geri döndüğü için kocasının onu tekrar kliniğe yatırma girişimlerine şiddetle karşı çıkan yazar, çareyi hayatına son verme girişiminde bulmuştu. Durumu düzelmeyince Woolf çifti biraz da Virginia’ya oyalanacağı bir uğraş bulmak kaygısıyla, 1917 yılında, adını yaşadıkları evden alan Hogarth Press’i kurdular. T.S.Eliot, Katherine Mansfield, E.M.Forster gibi günün öncü yazarlarının şiir ve öykülerini basarak, aydın çevrelerde kendine saygın bir yer edinen yayınevi Virginia Woolf’a da yazar olarak büyük özgürlükler sağlıyordu. Bu nedenle zaman zaman taşınması zor bir yüke dönüşse de Woolf çifti bu işi sürdürdüler.
1919 ‘da ikinci kitabı Night and Day’i yayınlayan Woolf, bu romanında alışılagelmiş kalıpları izledi. Kahramanlar, ilerleyen zaman içinde ve belirli bir olay örgüsü çerçevesinde, birbirleriyle ilişkiler kuruyorlar ve belirli çözümlere varıyorlardı. Bu iki romanın ardından Woolf’un deneyci kişiliği ön plana çıktı ve 1919 tarihli ünlü “Modern Roman” yazısında savunduğu gibi, yeni dil ve anlatım arayışlarına girişti. Bin bir izlenimden oluşan hayatı ve bu bin bir izlenimin alıcısı olan kişiyi bütün renkleriyle verebilmek için en uygun yöntem olarak bilinç akışı tekniğini benimseyen Woolf, 1922 yılında yayınladığı Jacob’s Room’da bu tekniği kullanmaya başladı. Aynı yıl Vita Sackville-West’le tanışan ve bir ilişki yaşamaya başlayan Woolf, kadınlara ilgisini daha önce de fark etmişti ve romanlarında bundan bahsediyordu. Bu yüzden bir klasik olan Orlando isimli romanını bir aşk mektubuyla beraber sevgilisi Vita Sackville-West’e adadı.
1925’te okuyucuyla buluşacak olan Mrs. Dalloway, yazarın adıyla anılacak ‘bilinç akışı’ tekniğinin en başarılı örneği olacaktı. Romanıyla ilgili yazar şu ifadeleri kullanacaktı:
Yaşamı ve ölümü vermek istiyorum. Sağlığı ve çılgınlığı; toplum düzenini eleştirmek istiyorum, işler halinde en yoğun biçiminde.
Mrs. Dalloway’i 1927’de en çok beğenilen romanı olan To The Ligthouse takip etti. Çünkü bu romanıyla kendini, zamanın öbür yazarlarından ayıran üslubunu geliştirmişti ve kendi roman tekniğine uyan en uygun yapıtını vermişti.
1929’da A Room of One’s Own‘u yayınlayan yazar, bu kitabında kadınların yazarlık ya da başka mesleklerde söz sahibi olabilmeleri için kendilerine ait bir oda ve bir gelire sahip olmaları gerektiğini savundu. Kitaba güler yüzlülük ve yaratıcılık hakimdi.
1931’de yayınladığı The Waves’i yazarken Virginia Woolf, bu kitapla o güne değin hiçbir başka romancının göze alamayacağı değişik şeyleri yapmak istediğini, bu romanın o güne değin yazılan hiçbir başka romana benzemeyeceğini biliyordu. Çünkü The Waves, hem düzyazıyla kaleme alınacak, hem de şiir, roman ve tiyatro oyunu gibi türlerin karışımı olacaktı.
1937’de The Years’ı kaleme alan Woolf, savaştan ve onun yıkıcı etkilerinden oldukça fazla etkileniyordu. Lytton Strachey, Roger Fry, Janet Case ve Lady Ottoline Morrell’in de aralarında olduğu tüm eski dostlarını kaybeden Woolf yeni ve şiddetli bir bunalım daha yaşamaya başladı.
Bu yüzden 1939‘da, II. Dünya Savaşı‘nın başlamasından hemen sonra, intihar Virginia’nın çok düşündüğü bir konu olmaya başladı. Eşi Leonard Yahudi olduğu için Nazi tehlikesinden Virginia’ya oranla daha derinden etkileniyordu. Savaş artık iyice kapılarına gelmiş dayanmıştı. Londra’da Luftwaffe‘nin hava saldırıları evlerinin bir bölümüyle The Hogarth Press’in bürosunu yerle bir edince Woolf çifti, büyük bir çabayla Virginia’nın babasının kütüphanesinden kalan, evlilikleri boyunca biriktirdikleri ve yayınevleri The Hogarth Press tarafından basılmış binlerce kitabı kurtarmayı başardılar.
26 Şubat 1941’de Between the Acts’i bitirdiğinde müsveddesini okuması için Leonard’a veren Woolf, son romanını yazarken sıkıntı çekmemiş, büyük bir keyifle yazmıştı. Ancak kitabı okuduktan sonra ondan hoşnutsuz olduğunu fark eden Woolf’un depresyonu iyice artmaya başlamıştı.
Artık okuyamayan, yazamayan ve aklını hepten yitireceğinden endişe eden, Woolf, 28 Mart 1941’de ölmeye hazır olduğunu hissetti. Biri kocası Leonard’a, diğeri orta yaşlarındaki partneri lezbiyen Vita Sackville-West’e olmak üzere iki veda mektubu yazan Woolf, bastonuyla Ouse ırmağına kadar yürüyüp ceplerine taş doldurdu. Kendini batırmaya yetecek kadar taşla dolduğunda Ouse ırmağının sularına gömülen Woolf, intiharında da kesin bir kararlılık göstermişti.
Woolf’un eşi Leonard’a bıraktığı veda mektubunun metni şu şekildeydi;
Sevgilim, yine çıldırmak üzere olduğumdan eminim. Yaşadığım o korkunç anlara geri dönemem artık. Bu kez iyileşemeyeceğim. Sesler duymaya başladım, hiçbir şeye odaklanamıyorum. Bu yüzden yapabileceğimin en iyisi olduğunu düşündüğüm şeyi yapıyorum. Sen bana verilebilecek en büyük mutluluğu verdin. Benim her şeyim oldun. Bu korkunç hastalık beni bulmadan önce birlikte bizim kadar mutlu olabilecek iki insan daha düşünemezdim. Artık savaşacak gücüm kalmadı. Hayatını mahvettiğimin farkındayım, ben olmazsam rahatça çalışabileceğini de biliyorum. Bunu sen de göreceksin. Görüyorsun ya, bunu bile düzgün yazamıyorum. Okuyamıyorum. Söylemek istediğim şu ki, yaşadığım her mutluluğu sana borçluyum. Bana hep sabır gösterdin, çok iyi davrandın. Demek istediğim, bunları herkes biliyor. Eğer biri beni kurtarabilseydi, o kişi sen olurdun. Bir tek senin iyiliğinden eminim, onun dışında her şey terk etti beni. Hayatını mahvetmeye devam edemem. Birlikte bizim kadar mutlu olabilecek iki insan daha düşünemiyorum.