“Siyasal İslamcılık Emperyalizmin aparatı” / Derviş Cemal

Siyasi İslamcılığın tarihini, hedeflerini, aktörleri ve emperyalizmle ilişkisini kitaplaştıran Ozan Gündoğdu, “AKP’nin çevreden merkeze yürüdüğünü söylemek yanlış. İslamcılık 1950’lilerden itibaren, egemenler liginin bir parçasıydı” diyor.

Bir Amerikan menşei olan “siyasal İslamcı” proje çöktü. Güney Asya’dan Kuzey Afrika’ya ve Ortadoğu’ya halklar emperyalizm destekli bu plana geçit vermedi. Projenin Türkiye ayağı da çöküyor. Yirmi yıldır işbaşında olan siyasal İslamcılar tüm yığınağa rağmen toplumu, ülkeyi istedikleri biçim ve hızda dönüştüremediler. BirGün yazarı ve Fox TV programcısı Ozan Gündoğdu, gerici yönetimlere itirazların yükseldiği bir süreçte siyasal İslamcılığa mercek tuttu. Gündoğdu’nun “Siyasi İslamcılık-Tarihi, Hedefi, Aktörleri, Emperyalizmle İlişkisi” kitabı hafta içinde Kırımızı Kedi Yayınevi’nden çıkacak. Bu vesileyle Gündoğdu, sorularımızı yanıtladı.

Seni siyasal İslamcılığı detaylı olarak incelemeye iten motivasyon neydi?

80’lerde doğanlar, belli belirsiz 28 Şubat Süreci’ni ardından 20 yılı aşkın AKP deneyimini yaşadı. Dolayısıyla, İslamcılık sadece benim değil, bizim kuşağın yaşayarak gözlediği bir fenomendi. Bunun yanında öğrencilik yıllarım yoğun şekilde Yetmez Ama Evet (YAE) ve Hayırcılar arasındaki kavgayı gözleyerek geçti. Ben de YAE’cileri anlama çabasındaydım. İslamcılara neden bu kadar güveniyorlardı? Bir radikal sağ ideolojiyle nasıl teşne olabiliyorlardı? Burada AKP karşıtı sosyalist hareketi de sert bir dille eleştiriyorlardı. Özetle, CHP’yi AKP’den “daha devlet” görüyorlardı. Müesses nizamın kontrolünü elinde tutan çevrelerde İslamcıların olmadığını düşünüyorlardı. Hatta, İslamcıların, müesses nizam tarafından dışlandığını söylüyorlardı. Hal böyle olunca, “düzen” diye tarif ettikleri şey, Kemalist, laik, elitist bir ceberrut yapıya dönüşüyordu. Burada Şerif Mardin’in merkez-çevre bakış açısından da faydalanıyorlardı. Türkiye solu da, bu bakış açısının dışına çıkabilen esaslı bir eleştiri geliştirebilmiş değildi. YAE’ciler böylece ciddi bir sosyal linçin öznesi oldu ama entelektüel anlamda derinlikli bir eleştiriye de muhatap olmadılar. Fakat bakış açılarının yanlışlığı da ortadaydı. Çünkü hayatın kendisine uymuyordu. İslamcılığı ne sağ ne sol olarak gören, ideolojilerden azade kavrayan bu bakış açısı hatalarla doluydu. Böylece İslamcılık üzerine yürütülen tartışmaları gözlemeye başlamış oldum.

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e üç tarzı siyasette İslamcılık nerde duruyor?

Bizde, 19’uncu yüzyıl tartışmaları genelde atlanır. Halbuki imparatorluğun çöktüğü bu dönem aynı zamanda kapitalist üretim ilişkilerinin de hâkim olmaya başladığı dönemdir. Bu açıdan, hem Osmanlı dağılıyor hem de kapitalist üretim ilişkilerinin doğurduğu sermaye birikimi etrafında aydın tabakalar kümeleniyor. Bu iki değişkenin aynı zamanda ortaya çıkmasıyla entelektüel anlamda çok doyurucu tartışmalar ortaya çıkıyor. İşte Yusuf Akçura’nın “3 Tarzı Siyaset” eseri. Nedir onlar? Türkçülük, İslamcılık, Osmanlıcılık… Bunlar içinde en son gelişen ve büyüyen Türkçülük oldu. Cumhuriyete de bu anlamda Türkçülük fikri ruhunu üfledi. Fakat, 1923’ten 1950’li yıllara 27 yıllık süreyi ayrı, 1950’den sonrasını ayrı değerlendirmek doğru olabilir. Çünkü bizdeki siyasal akımların bugünkü görüntüsünde belki de en önemli etki, İslamcılıkla Türkçülüğün buluşması oldu. Türk Milliyetçileri Derneği, Milli Türk Talebe Birliği, Komünizmle Mücadele Dernekleri vs. vs. Türkçülüğün kitle örgütleri gibi örgütlenen fakat son derece İslamcı bir tonu da kavrayan devletle de temaslı olan yeni bir milliyetçilik. 12 Mart 1971’den sonra bu İslamcı-Türkçü bakış açısı, düzene ruhunu üfler. Bu nedenle, AKP’nin 2002’de iktidara gelip, çevreden merkeze yürüdüğünü söylemek yanlıştır. İslamcılık 1950’li yıllardan itibaren, egemenler liginin bir parçasıydı. Sovyetler’in dağılmasıyla yeni bir iş bölümüne girişilmiş olabilir ama yine de İslamcılar bu düzenin egemen aktörleriydi. Muhafazakâr halk kesimlerinin yoksulluğu üzerinden yaptıkları siyaset de egemen ideolojiler içindeki bir iş bölümüydü. Bugünden baktığımızda, Türkçülük de, İslamcılık da Osmanlıcılık da Yusuf Akçura’dan bu yana çok değişti. Bu 3 fikri, 100 yıl önceki biçimiyle kavramak haksızlık olur. Zira, Türkçülük, Akçura’daki gibi seküler karakterinden tümüyle uzak halde bugün. Derseniz ki, seküler bir milliyetçilik ortaya çıkıyor ve büyüyor… Bana kalırsa onu da temkinli takip etmek gerekir.

Siyasal İslamcılığın emperyalizmle ilişkisi nedir?

Bu sorunun cevabı için 20’nci yüzyılın başına kadar hatta 19’uncu yüzyılın sonuna kadar gidilebilir. Bir kere sömürgeci güçlerin tümünün Hristiyan, sömürgelerdeki nüfusun hakim çoğunluğunun Müslüman olması oldukça cazip bir inceleme alanı. Burada, İngiltere, Fransa tipi sömürgecilikte sömürülen ulusların silah zoruyla boyun eğmesini öngören bir yaklaşım var. İngiltere’nin ve Fransa’nın Hindistan’da, Afrika’da yaptıkları ortada… Paylaşım savaşına biraz daha geç giren Almanya Müslümanlarla kurduğu ilişkide farklı bir yaklaşım benimsiyor. Bu yaklaşım çerçevesinde, Alman İmparator 2. Wilhelm’in 2. Abdülhamit’le yakınlaşması ilginçtir. O kadar ki, Wilhelm hakkında Müslüman dedikodusu bile çıkarılıyor. Ardından Hitler dönemi Almanya’sı da benzer bir yaklaşım içinde Müslümanlara karşı. Düşünün Sovyetler Birliği’nin nüfusunun yüzde 15’i Müslüman. Bu Müslümanların birçoğu savaşa Sovyet askeri olarak başlıyor ama Almanya savaş boyunca onları devşirmeyi becerebiliyor. Peki savaştan sonra ne oluyor? Almanya’da Nazilerin Müslümanlar üzerindeki tecrübeleri, CIA’e aktarılıyor. Burada CIA’in kuruluş sürecinde Naziler’in katkısını uzun uzun anlatamam fakat İslamcılık üzerine en derin çalışmalar Naziler tarafından yapılmıştır diyebiliriz. Bu çalışmaları Soğuk Savaş döneminde ABD kullanıyor.

Komünizme karşı cepheye sürülen İslamcılığa, soğuk savaş sonrasında ne tür roller ve misyon biçildi?

Şunu söylemek lazım; Soğuk Savaş’tan önce de Müslüman coğrafya sömürgeci güçlerin hedefindeydi ve 20’nci yüzyılın başından itibaren İslamcıların en azından hakim unsurları emperyalistlerle temas halindeydi. Fakat, Soğuk Savaş’tan sonra bu ilişki daha da netlik kazanıyor. Tabii, Soğuk Savaş’tan itibaren emperyalist kampın lokomotif gücünün ABD olması vurgulanmalı. Burada doğrudan bir NATO ordusu olarak TSK’nin İslamcılığa dönük bakış açısında bir değişiklik gözlüyoruz özellikle 12 Mart 1971’den itibaren. TSK neden önemli? Çünkü aynı zamanda MİT’i de TSK yönetiyor. Dahası Özel Harp Dairesi yine aynı bakış açısı tarafından yeniden organize ediliyor. Böylece MİT ve Özel Harp eliyle, bir kontrgerilla örgütü kurulmuş oluyor. Bir operasyonel faaliyet var ve bu faaliyetin beyni, Türk-İslamcıdır. Zaten bu beyin 12 Eylül’den itibaren nizamın tamamını ele geçiriyor. 1969 Kanlı Pazar’dan tutun da, TSK içindeki hesaplaşmalarda genç subayların karşısında konumlanmaya, basın-yayın faaliyetlerine dek, tümüyle NATO’nun yanında bir İslamcı literatürle karşı karşıyayız.

Bunların dışında tabii en önemli etkisi, kent çeperlerinde, gecekondu mahallelerinde yerleşik olan kent yoksulluğunu sola karşı tahrik etmesi İslamcılığın en önemli işlevi oluyor. 12 Eylül’den sonra zaten bu toplumsal katman tümüyle İslamcıların yörüngesine giriyor.

Siyasal İslamcı proje pek çok yerde çökerken bunun yeniden tedavüle sokulma çalışmaları mı var?

Burada 1990’lardan bu yana Siyasal İslam’ın iflas ettiğine ilişkin çeşitli bir literatür var. Başta Olivier Roy olmak üzere Batılı pek çok aydın, İslamcılığın artık müslüman coğrafyalardan silinmeye başladığını söylüyorlar. Açıkçası, ben bu kadar iyimser değilim. İslamcı projeler çökebilir ama İslamcı siyaset etme tarzı bitmiştir demek için çok erken. Biçim değiştirebilir, yer yer soğumaya bırakılabilir. Ama tümüyle bitmez. Batılı emperyalizm açısından bakarsak, mevcut projeler sağlıklı sonuç veremedi. Başta Müslüman Kardeşler örgütü dağıldı. Mısır’ın durumu ortada. Keza, Tunus’ta yine Müslüman Kardeşler uzantılı El Nahda’nın durumu ortada. Bambaşka bir deneyim olan İran’ın hali malum. Türkiye’de de emperyalizmle uyumlu İslamcılık kırılgan bir hatta ilerliyor. Şurası açık; Müslüman coğrafyalarda yoksulluk ve savaş devam ettiği sürece, yeni yeni İslamcılık(lar) ortaya çıkacaktır. Belki daha antikapitalist formlar, belki daha özgürlükçü formlar oluşabilir. Ama İslamcılığın tarihsel deneyimine baktığımızda henüz yönettiği halklara huzur veremediğini görüyoruz.

İslamcı hareketin yaslandığı sermaye fraksiyonları arasındaki rabıta nedir?

Büyüklük ve nitelik itibariyle bu fraksiyonlar birbirinden ayrılabilir. Mesela Ülker… TÜSİAD’ın en önemli üyelerinden. Ama aynı habitatın içindedir. Bunun yanında mesela daha farklı bir sermaye kompozisyonuna sahip YİMPAŞ, KOMBASSAN gibi örnekler var. Ülker’e değmez ama o da aynı dünya görüşünün, aynı habitatın parçasıdır. Bir diğer kategori, Anadolu’nun sanayi kentlerinde, mesela Denizli, Gaziantep, Kayseri vs… Buralardaki KOBİ patronları. Bu noktada din, işçi ve işveren ilişkilerini informel hale getirmenin bir aparatı oluyor. İşçi ve işveren ilişkisini hukukun çerçevesinde çizmek yerine, patronun uhrevi bağıyla bu işi halletmek istiyorlar. Bu sermaye kategorisi de yine aynı habitatın parçasıdır. Bunların dışında bir de tarikat ve cemaat sermaye var. Doğrudan İsmailağa’nın ticaret şirketleri, Menzil’in sağlık şirketleri ya da Erenköy’ün bankaları, zincir marketleri var. Bunlar da aynı habitatın parçası. Bu 4’lü katman, bir dünya görüşü etrafında bir araya geliyor ve aynı duygu dünyasının, aynı yönetme iddiasının parçası haline geliyor. Bu 4’lü katman, İslamcı siyaseti finanse ediyor. İslamcı iktidarların rıza üretebilmesi için, muhafazakâr halk kesimlerini kontrol altında tutuyor. Tabi, bu katmanları bir de dikinden kesen sermaye örgütleri var. Mesela Anadolu’nun ticaret ve sanayi sermayesini bir araya toplayan MÜSİAD ya da TOBB, informel ya da yarı resmi sermaye örgütleri.

Bir siyasal İslamcı proje olan AKP’nin kullanım tarihi geçti mi?

“Kullanım tarihi geçti” diyebilmek için batı kapitalizmiyle mutualist bir ilişkiye ihtiyaç var. İslamcılık bir ideolojiler birlikteliği olarak müesses nizamın bir parçasıydı. Fakat, Erdoğan’ın Türkiye’nin müesses nizamının tümünü kontrol altına almasıyla birlikte kendisi, cumhuriyet tarihinde eşi benzeri olmayan bir güce ulaştı. Bu haliyle, batı kapitalizminin Erdoğan’a, Erdoğan’ın batı kapitalizmine ihtiyacı var mı? Emin değilim. Tarihin tuhaf bir evresinden geçiyoruz. Batı kapitalizmiyle entegre bir ekonomik yapı ama bu yapıyı batıdan koparabilecek bir güç aynı anda aynı ülkede yaşıyor. Bu yüzden buraya karşılıklı çıkarlar çerçevesinden bakmak gerekir. Batı Erdoğan’dan memnun mu? Neden olmasın! Uzun yıllardır beraber çalışılan ve pazarlık masasına oturtulabilen bir lider. Batılı olma iddiasındaki doğulu bir ülke olarak Türkiye, artık batılı olma iddiasında da değil. Bu durum neden Batı’nın zoruna gitsin? Zaten batılının gözüyle doğulu bir ülke, doğulu olduğunu kabul ediyor. Kabul ettiği değerler seti de Batı’dan uzaklaşıyor. Türkiye, Erdoğan’la birlikte Batı’nın en doğusundaki ülke olmak yerine Doğu’nun en batısındaki ülkeye dönüştü diye, Batı bundan neden rahatsız olsun? Dahası, uluslararası kapitalist iş bölüşümünde de Türkiye’nin rolü Batı’nın işine de geliyor. Bu haliyle, AKP’nin bir daha kazanması, zannedilenin aksine, Batı’nın çok rahatsız olacağı bir şey olmaz. Hatta tam tersi, Erdoğan’ın kaybetmesi, Batı için daha fazla belirsizlik içeriyor.

İslamcıları nasıl bir son veya gelecek bekliyor?

Türkiye İslamcılığının tartışılmaz lideri Recep Tayyip Erdoğan. İdeoloji, doğası gereği Erdoğan gibi bir lideri buldu ve yine doğası gereği ülkenin rejimini değiştirdi. Erdoğan olmasaydı, bu ideoloji yine benzer bir yere evrilecekti. Çünkü gerçek anlamıyla, faşizmin bu topraklara özgü bir yorumuydu İslamcılık. Radikal sağ bir ideolojiden bahsediyoruz. Bu ideolojinin lider kültü yaratması, demokrasiyi tasfiye etmesi tesadüf mü? Değil elbette. Fakat “demokrat” olma iddiasındaki İslamcı demeyelim de muhafazakârları takip etmekte fayda var. İslamcılar yoksul muhafazakar kesimlerin rızasını almayı başarmış bir egemen ideoloji. Tarihleri de günahlarla dolu.

https://www.birgun.net/haber/siyasal-islamcilik-emperyalizmin-aparati-407203

tr_TRTurkish