1940 arifesinde, II. Dünya Savaşı’nın karanlığı Avrupa üzerine iyice çökmeye başladığı günlerde ve Metaksas iktidarı sırasında, Amerikalı yazar Henry Miller, Korfu’ya neredeyse kalıcı olarak yerleşmiş olan Lawrence Durrell’dan aldığı mektuplar ve özellikle de Paris’teki oda arkadaşı Betty Ryan’ın ateşli seyahat günlükleri nedeniyle beklenmedik bir seyahat için Yunanistan’ı ziyaret eder. Bu seyahatinden dönüşte “En iyi romanım” dediği Marousi’nin Devi[1] adlı eserini kaleme alacaktır zaten.
“Batı” dünyasından bir ziyaretçi olan Miller, Yunanistan’da gördüğü her şey karşısında şaşkınlığa düşer. Kelimenin tam anlamıyla coşkunluk içinde, neredeyse delirme sınırında bir hisse kapılır. Onu büyüleyen sadece manzaralar, güneş ya da arkeolojik alanlar değil; onu konuşamaz hale getiren şey Yunanlıların mizacı olacaktır.
Miller’ın her şeye hayranlık duyan, heyecanlanan, büyük coşkular içine düşen bir “ziyaretçi”ye dönüşmesi, egzotik olanı, yani kendisinden öte bir şeyi ziyaret eden turistin salt şaşkınlığı değildir. Nihayetinde, çeşitlilik –özellikle de baştan itibaren böyle deneyimler arayan– gezgini daima büyüler. Bir toplumun açık sözlülüğü karşısında duyduğu hayranlıktır onu büyüleyen. Hiçbir maddi ön koşul beklemeden, abartılı bir şekilde kendini gösteren elle tutulur bir mutluluk karşısında sadeliğin takdiridir. Neticede Anglosakson idealiyle karşılaştırma yapmak zorunda kalan Miller, açık gökyüzünün altında, kafelerde geç vakitlere kadar yapılan eğlenceler ve eğlencelerle dile getirilen ilkel bilgelik karşısında konuşamaz, hatta utanır.
En baştan beri “Amerikan rüyası”ndan tiksinen Miller, cenneti yeryüzünde bulur. Temsil ettiği sözde kültürden kesin bir kurtuluş bulur. (Meraklısı için belirtmek gerekir ki, Marousi’nin Devi adlı eserinde tüm şaşkınlık ve coşkularını eksiksiz aktaracaktır Miller, bilhassa Yunan kadınları için söyledikleri her şeyi özetler gibidir.)
Miller’ın Yunanistan günleri sadece Epikürcü bir hedonizmden ibaret değildir. Durrell Miller’ı Yunanistan’ın önemli şair ve yazarlarıyla da bir araya getirir. Kitabına adını verdiği “Marousi’li dev”, Miller’ı birkaç gün ağırlayan ve ona Mora’yı gezdiren, sanatın gerçek koruyucusu Katsimbalis’tir. Hem gurme, hem eğlence düşkünü, hem gerçek bir “Zorba”, hem de hassas, düşünceli, gerektiği zaman risk alıp eline barut bulaşan (zira I. Dünya Savaşı’na ve sonra II. Dünya Savaşı’na katılmış bir vatanseverdir) bir isimdir Katsimbalis. Dönemin “çağdaş” Yunan edebiyatının gerçek kanlı canlı bir figürü olan Katsimbalis, Miller’ı doğal olarak büyülemişti. Hayalindeki Yunanlı imajını şekillendirecek model tam da buydu. Miller onu şöyle anlatıyor: “Bir gece, Katsimbalis Marousi’den dönerken. Hiç unutamayacağım bir tanışıklıktı bu… Bana garip bir kombinasyon gibi geldi. Fiziksel olarak bir boğa kadar güçlüydü, bir yırtıcı kuşun inatçılığına sahipti… kafası garip bir şekilde büyüktü. Beni büyüledi… nedenini bilmeden tipik bir Atinalı buldum onu. Hayat dolu, güçlü, şiddet içeren hareketler yapabilen ve sert sözler söyleyebilen bir adam.”
Miller’ın yolculuğu, Katsimbalis’in onu Seferis ile tanıştırmasıyla daha da ilginç bir hal alır: “Kydathinaion Caddesi’ndeki Seferis’in evinin sade ortamında caz müziği dinlemek… Seferis, bir bufalo ile bir panterin melezi… yani, tıpkı Goethe’de olduğu gibi…” sözleriyle anlatır Seferis’i.
Yunanistan, Miller’a, kendisinin bile beklemediği, duygusal bir uçurumu gösterir. Miller’ın romantik bir adam olmadığı ve dönemin şartlarına göre aşırı cinsel tasvirler içeren keskin şiirsel diliyle ünlendiği (Oğlak Dönencesi ve Yengeç Dönencesi kitapları Amerika’da pornografi nedeniyle yasaklanmıştı) düşünüldüğünde, Yunanistan’ın onda doğurduğu romantik bakış açısının samimiyeti anlaşılabilir.
*
Marosi’nin Devi, Miller’a göre en iyi ve en önemli eseridir. Yaratıcı ve özel hayatının en sorunlu döneminde, Nazizm’in gerçekleri ve savaşın korkunç karanlığını kendisinin de sorguladığı, Avrupa yüksek kültürünün oturmuş değerlerini çürüttüğü bir dönemde Yunanistan’a gitmiştir. Yunanistan –bilhassa Katsimbalis, Seferis ve yakın çevreleri– Miller’ın hayatını kurtaran bir öngörü uyandırmış ve gelecekteki kararlılığını sağlamlaştırmıştır. Henry Miller, Amerika’ya döndüğünde artık eski Miller olmadığını söyleyecektir. Zira bu insanlar ve sıra dışı coğrafyayla yaşadığı engin karşılaşma “yeni hayat”ının başlangıcı olacaktır.
Marousi’nin Devi romanını –tam romanın son sayfasını yazdığı esnada postacının teslim ettiği– Lawrence Durrell’ın 10 Ağustos 1940 tarihli bir mektubuyla bitirir. Öyle ki kitapla mektup adeta aynı ruh haliyle yazılmıştır. Mektup, Akropolis’in surlarındaki “Attikalı Katsimbalis horozu”na şehrin, ülkenin ve dünyanın her yanından horozların verdiği yanıtı anlatır ve bu sesin New York’ta yazmakta olan Miller’a da ulaştığına inandığını söyler. Tüm bu yazışmalar Katsimbalis ve Seferis hakkında bir özet gibidir.
*
Miller, Yunanistan’ın onu özgür ve bütün kıldığını söylüyordu ve oradaki dostları için “Bu adamların her birini bana insanın doğru oranlarını gösterdikleri için seviyorum. Büyüdükleri toprağı, filizlendikleri ağacı, serpildikleri ışığı, iyiliği, bozulmamışlığı, yaydıkları merhamet duygusunu seviyorum. Onlar beni kendimle yüzleştirdiler, beni nefret, kıskançlık ve hasetten arındırdılar. Daha önemlisi, hayatın her ölçekte, her iklimde ve her şart altında büyük bir ihtişamla yaşanabileceğini ortaya koydular” sözlerini sarfeder. Ancak Nazizmin karanlığı Yunanistan’a doğru hareket etmektedir.
Tam bu tarihlerde, Seferis’in Miller’a –Yunanistan’ın II. Dünya savaşına girdiği 28 Ekim 1940’tan hemen önce ve sonra– yazdığı iki mektup, ülkeden başka bir bakış açısı sunar, olan bitenden ziyade gelmekte olanla ilgilidir bu… Söz konusu mektuplar, Avrupa’nın büyük kısmını çoktan perişan etmiş olan Nazi tehdidi karşısındaki Yunanların ruh halini ortaya koyar.
Seferis’in ilk mektubu, doğdukları günden beri tüm doğallığıyla bildikleri ve yaşadıkları (ve Miller’ın da tanık olduğu) Yunan hayat biçimini yok etmesinden korktukları bir savaşı beklerken tüm Yunanların hissettiği depresyon, belirsizlik ve yalnızlığın altında ruhsal olarak çökmüş bir adamı tarif eder. Fakat sadece birkaç ay sonraki ikinci mektupta, savaşmak için bütünleşmiş bir kararlılık ve azim ortaya koyar. Seferis Miller’a Yunan direnişinin simgesi haline gelen “oxi”[2] sloganını kullanarak “Nefret ettiğimiz her şeye hayır diyen, gözü pekliğin ve arınmanın yangını”ndan söz eder.
I. Mektup
Buna, iki ay öncesinden bitmemiş
bir mektubu ekliyorum!!
Haziran, Atina
Sevgili Miller,
Az önce gazetede, Amerika’ya yarın bir gemi kalkacağını ve mektupların gece yarısından önce postalanması gerektiğini okudum. Belki bu, uzun bir süre boyunca seninle son haberleşme şansım. Ben de bunu değerlendiriyorum. İlk kartpostalın elime ulaştığından bu yana, yaşadığımız bu muhteşem günlerde, ama az ama çok gerilim içinde çalışan bir makineden başka bir şey değilim, epey insandan uzak bir nesne. Sintagma Meydanı’ndaki geceler bana Yaratılış rüyalarında kaybolmuş huzurlu zamanlar gibi geliyor. En yakın arkadaşlara dahi, bir şey anlatmanın imkânsız olduğu. Dost-insanlardan duyduğum demeçler, bende bir kâbusun içinde yapılmış konuşmalar etkisi yaratıyor. Her şey –tümüyle inanılmaz olması gerçeği dışında– yolunda. Zaman zaman, artık Amaroussion’dan[3] taşınmış olan meşhur Colossos’u [Katsimbalis] görüyorum –(yeni adresi Alexandrou Soutsou, 17, Atina) her durumda oldukça ‘Katsimbalistçe’ davranıyor– Yunancada hep dediğimiz gibi, “kan asla su olmaz”. Larry [Lawrence Durrell] eylüle kadar kalmaya karar verdi. Önceki gün, vaftiz edildiği adıyla kızı Bouboulina-Berengeria’yı gördüm[4]. Büyük bir telaşla yazıyorum, sevgili Miller. Her karşılaştığımızda senden söz ediyoruz. Senin hatıran bir mit gibi ölümsüzleşti. Bana gönderdiğin kitaplar için teşekkür ederim –Rimbaud (kötü bir tercümesi vardı) ve Many Marriages için lütfen Bay Sherwood Anderson’a teşekkürlerimi ilet. Birkaç günlüğüne iş için gittiğim Belgrad’dan dönüşte senden aldığım son şey bu.
Au revoir, dostun Seferis.
II. Mektup
29.12.40
Sevgili Miller,
Savaş(ımız) başladığından bu yana seni sıklıkla düşünüyorum. Şu an bizimle burada olsaydın, iki ay önce tüm ülkeye yangın –nefret ettiğimiz her şeye hayır diyen, gözü pekliğin ve arınmanın yangını– gibi yayılmış bu muazzam ruhu, eminim ki derinden hissederdin. Şu an Yunanistan’da bir şeyler oluyor ve senin burada olmamana üzülüyorum.
Mücadelemiz patlak verdiğinde sana bir telgraf çektim –bir tür çağrı– yazık ki aldığım tek yanıt şu oldu: “parti sans laisser d’adresse.” Bunu (mektubu) askerlerimizle ateş hattında uzun zaman geçirdikten sonra konferanslar için Amerika’ya dönen Leland Stowe ile gönderiyorum. Ona senden söz ettim, belki sen de onun Chicago Daily News’te yayınlanan yazılarını bilirsin. Yunanlar ve onların Arnavutluk dağlarındaki çatışmaları hakkında anlatacak muhteşem hikâyeleri var. Belki onu bir ara görebilirsin. Adresi: 121 Dellwood Road – Bronxville – New York.
Tüm ortak arkadaşlarımız şu an üniforma giyiyor. Katsimbalis, yüreğinde gençliğin gerilimini yeniden hisseden uzun boylu, sert bir teğmen, Yüzbaşı Takis,[5] donanmada, düşünceli biçimde denizlerde geziyor ve daha başka ortak tanıdıklarımız da cephede. Ben ise hayatın Epirus dağlarında çok daha sağlıklı olduğuna inanmama rağmen hâlâ Atina’dayım. Her neyse bu da benim şansım. Bunu, bir ara sana ulaşacağını umarak çok aceleyle yazıyorum. Eminim ki, kalemini bizi desteklemek için kullanma fırsatın olursa bunu yaparsın.
Eski dostundan içten selamlar
Seferis
[1] Meraklısı için, Marousi’nin Devi, Siren Yayınları tarafından Avi Pardo çevirisiyle yayımlanmıştır.
[2] “Hayır”.
[3] Marousi’nin diğer adı.
[4] Durrell’ın ilk kızı Penelope, bir Yunan Ortodoks kilisesinde, tüm bedenin suya daldırılması biçimiyle vaftiz edilmiş olabilir. Seferis burada, 1821 Yunan Bağımsızlık Savaşı kahramanlarından biri olan, Spetsai adasından gelme Bouboulina Laskarina’ya esprili bir gönderme yapıyor. Berengeria, bir kadın mızrak taşıyıcıyı işaret eden Latince bir göbek adı ve aynı zamanda dönemin tanınmış bir transatlantik gemisinin de adıdır.
[5] Yunan şair Takis Antoniou.





