SARAMAGO’NUN KÜÇÜK ANILAR’I / Aysel Karaca

  “Gökyüzü gibi bir şey çocukluk, hiçbir yere gitmiyor.” 

Sözünü edeceğimiz kitap, yazarın çoğu kez tercih ettiği türden yani roman ailesinden bir kitap değil. Adından da anlaşılacağı üzere öz yaşam öyküsünü anlattığı biyografik bir eser Küçük Anılar. Saramago anılarını yazmaya niyetlendiğinde, eserine, hayran olduğu ressam Hieronymus Bosch’un Baştan Çıkarılış** tablosundan esinlenerek “Baştan Çıkarılış Kitabı” adını vermeyi düşünür. Ressamın tabloda, Aziz Antonius’un ermişliğine rağmen aklının içindeki çeşitli canavarları, görülmeyen gizli güçler yoluyla içindeki şehveti, karabasanları, gizli arzuları, günahları yukarı çıkarmaya zorlayışı onu çok etkiler. Bir ermiş bile ruhunda böylesi duygular, hayaller, günahlar biriktirmişse zavallı Zezito’nun masumluğunu koruyabilmesi mümkün müdür?

Saramago buradan beslenerek, hiç birimiz sandığımız kadar masum değiliz dercesine belleğindeki şehvetengiz anıların ve günahların şeceresini çıkarmayı ve bunu okurla paylaşmayı hayal eder. Ancak yazmaya başladıktan bir süre sonra bunun düşündüğü kadar kolay olmayacağını -Bosch kadar ustalıkla yapamayacağını- anlar ve günahkâr Zezito’nun rotasını çocuk Zezito’ya çevirir. Yine de yer yer ilk cinsel deneyimlerini ve işlediği kimi ‘günah’ ları okurla paylaşmaktan geri duramaz.
Hatıraların çoğu çocukluk ve ilk gençlik yıllarına aittir. Yazarın kitabı 83 yaşındayken yazdığını düşünürsek, sondan başa böylesi bir ters yüz edişte pek çok detayı nakış nakış hatırlayabiliyor olmasına şaşmamak mümkün değildir.
Ailesinin söyleyişiyle Zezito’nun, o biçare çocuğun, edebiyatın altın kalemi olma yolunda verdiği devasa çabaya hayran kalarak, çoğu yerde gözyaşı dökerek okuruz kitabı. Bu eşsiz anıların, çile dolu yolun, onu nasıl da adım adım Nobel’e taşıdığını görerek, yarattığı imgeler ve kelimeler ırmağında dakikalarca, keyifle asılı kalarak. Onun yok oluşa doğru sürüklenen insan ırkı için gönderilmiş bir lütuf olduğunu iliklerimize kadar duyumsayarak. Başka türlü olamazdı.

Elimdeki Saramago kitabı Küçük Anılar Kırmızı Kedi yayınlarından, İnci Kut çevirisi ve 132 sayfa.


Kitap, sayfa sayısına bakarak bizleri çabucak okunur yanılgısına düşürse de, ilerledikçe hatıralar arasında kaybolan okurun bir seferde okuyup bitirebileceği bir eser olmadığı anlaşılır. Hele de benim gibi Saramago hayranları için.

Yazar elinde olmadan anılar arasında sık sık geriye dönüyor. Köyündeki hatıraların, kişiliği ve yazgısı üzerindeki etkisini, bunların hangi romanlara yol açtığını, o bayıldığımız hikâyelerin nerelerden doğduğunu açıklamayı gerekli buluyor.

Büyük bir dil ustalığıyla anlattığı anıları iki bölüm olarak inceleyebiliriz diye düşünüyorum önceleri: Dedesi ve anneannesiyle geçirdiği zamanları anlattığı köy; Azinhaga’daki yaşamı ve çekirdek ailesiyle yaşadığı Lizbon günleri.

Ancak ikinci okumamı bitirdiğimde iki ana başlık altında toplayarak anlatmanın arzu ettiğim incelemeye yeterli gelmeyeceğini anlıyor, onları sınıflandırmaya karar veriyorum. Bu sefer de karşıma upuzun bir liste çıkıyor:

Soyadı ve soyağacı
Yoksulluk, yokluk
Köy yaşamı
Lizbon yaşamı
Anne- Baba- Abisi
Dede- Babaanne
Cinsellik
Sokaklar, evler ve taşınmalar
Arkadaşlar ve komşular
Kuzenler
Aşk
Hayaletler, korkular
Eğitim yaşamı
Yazarlık yolunda
Bilgelik
Kayıplar, ölüm
Hayvanlar
Doğa

Elbette bu başlıkların hepsini ele alabilmek mümkün görünmüyor. O nedenle beni en çok etkileyenlerinden söz etmek isterim.
Haydi başlayalım.

Azinhaga/ Kese/ Köy


Hikâye Lizbon’un yaklaşık 100 kilometre kuzeydoğusundaki Ribatejo eyaletinin küçük bir köyü olan Azinhaga’da başlıyor.

“Benim gibi minik bir keseli hayvancağızın, suskun, içine kapalı, münzevi kişiliğinden ne yapabilirse yalnızca onu iyi ya da belki kötü bir şekilde yaratmak üzere içine çekildiği bir keseydi.” (s. 9)

Çocukluğu ve yeniyetmeliği boyunca zeytinliklerin gümüşi renkleriyle çerçevelenmiş, suyun ve yeşillerin içinde zaman zaman yaz sıcağıyla, kimi zaman kış aylarının öldürücü soğuğuyla boğuşan bu ilkel köy, Almonda ve biraz daha aşağıdaki Tejo ırmağının kıyısında, yoksul ailelerin yaşadığı bir köydür. Öyle ki ırmaklar bahar aylarında kontrol edilemez biçimde taştığından, evler su altında kalmasın diye yerden birkaç metre yüksek bir zemin üzerine ve penceresiz olarak inşa edilirdi. Kapıdan çıkmanın mümkün olmadığı koşullarda kullanılmak ve gün ışığından yararlanmak üzere tavana küçük pencereler açılırdı. Coğrafi ve yaşamsal şartlar açısından bizim Dicle, Fırat kıyısında olan köylerden farksızdı. Fakat ailenin herhangi bir toprağı yoktu. Varlıkları yalnızca isimlerine kayıtlı birkaç zeytin ağacı ve ahırda besledikleri domuzlardan ibaretti. Tuhaf şekilde devlet, bu zavallı köylülere toprak tahsis etmek yerine etraftaki zeytin ağaçlarını köy halkı arasında pay etmeyi seçmişti.

Köy onun için bir Kese, dede evi ise Küçük Ev’di.

Dede evi de diğer evler gibi yerden bir metre kadar yukarıda, kerpiçten yapılma, iki odalı, kapısından rüzgârların üfürdüğü, mutfaktaki ocakta yanacak üç beş odunla koca kışı çıkarmaya çabalayan bir ailenin yaşadığı oldukça yoksul bir evdi.

“Her zaman olduğu gibi, kışın soğuktan ipliklerin içindeki sular geceleyin donunca, sabahleyin suyun üzerinde oluşan buz tabakasını bir sopayla kırmamız gerektiğinde, ön tarafımız sıcaktan kavrulur, arkamız soğuktan donardı. Hava adam akıllı soğuk olduğunda, evin içinde olmakla dışarıda olmak arasında fazla bir fark yoktu. Mutfağın bostana açıdan kapısı öylesine eskiydi ki, arasına elimin sığdığı aralıklarıyla kapıdan çok parmaklığı andırırdı, ama en acayip tarafı, yıllar boyunca öyle kalmış olmasıydı.”(s.82)

Kapı önündeki küçük bahçede karınlarını doyurabilmek üzere ekilen ufak bir bostan, birkaç meyve ağacı; incir, zeytin, yaban eriği, iki domuz ve bir eşek ahırı… Ailenin geçim kaynağı daha ziyade bu domuzlardı. Ahırda çok kez çalışmış olan küçük Zezito’nun dedesi ve dayısı ile pazara domuz satmaya gittiği günler de olmuştu. Üstelik her tatilde hafta sonları ahırı temizleme görevi de ona aitti.

Saramago bu yabanıl yerden henüz iki yaşına varmadan ayrılmış olmasına karşın ölene dek yaşama tutunma ve yazma kaynağı bu topraklar olmuştur.

“O çocuk, kimsecikler farkına varmadan, toprağa kol atıp kök salmış, o zamanki ben olan o kırılgan tohum, güvensiz mi güvensiz minnacık ayaklarıyla yerdeki çamura basarak toprağın o özgün damgasını bir daha silinmemek üzere ondan alacak zamanı bulmuştu… Azinhaga’ya geri döneceğimin yazılı olduğunu, bildiğimin bilincinde olmadan, bir tek ben biliyordum.” (s.8)

Lizbon Günleri

Baba José de Sousa o güne dek mevsimlik işçi olarak çalışırken artık bunun iki çocuklu bir aileyi geçindirmeye yetmeyeceğine kanaat ederek Lizbon’a taşınmaya karar verir. Polis memuru olarak iş bulur, böylece Zezito iki yaşındayken köyden kente göç edilir. Yazık ki babanın aldığı maaş, dairenin ancak bir odasını kiralamaya yetecek kadardır. Üstelik bu oda ortak mutfak kullanımlı (evde iki aile daha yaşamaktadır), tuvaleti ve banyosu olmayan bir odadır. Zezito 13 yaşına gelinceye kadar birkaç ev değiştirmiş olsalar da şartlar değişmemiştir. Yıllarca çatı katlarındaki tek göz odalarda, anne babasının yatağının dibine serilen yer yatağında uyuyup uyanmıştır. Tek iyi tarafı Lizbon’daki iyi okullarda eğitim görme şansını yakalayabilmiş olmasıdır.

Yoksulluğun Derin İzleri

Köydeki ve köy evindeki yaşam şartlarının düzeyini tarif etmek güç. Yukarıda anlattıklarıma ek olarak soğuktan donmamak için domuz yavrularını, ayaklarını silerek yatağa aldıklarını, böylece hem kendilerinin ısındığını hem de yavruların donarak ölmekten kurtulduklarını ilave etmem yeter mi bilmem. Köy evindeki kapının ne denli eğreti olduğunu da unutmayalım.

Yeniyetmeliği son bulana dek köyde giyecek ayakkabısı da olamaz Zezito’nun. O ancak Lizbon’da kentlilerin giydiği bir şeydir.

Bu yoksunluğun yol açtığı en tuhaf yazgıysa, soyadı meselesidir.

Zezito henüz doğmamışken, köyde para kazanma yolu çok sınırlı olduğundan, babası memur olmadan önce başka köy ve kasabalara çalışmaya gider, aylarca gelmezdi. Saramago da işte böyle bir zamanda doğmuştu. Babanın dönüşü gecikince ceza almamak için nüfusa iki gün küçük yazıldı. Fakat buradaki en önemli mesele, içkiden dolayı kafası bulanık olan memurun ailenin soyadının yanına bir de lakabı olan Saramago’yu eklemesi ve dünya tarihinde eşi görülmemiş bir olaya sebep olmasıydı. Bay Sousa oğlunun adının arkasına Saramago lakabının eklendiğini ancak yedi yıl sonra, küçük Zezito okula başlarken fark edecekti. Jose de Sousa Saramago… Dünyada belki de ilk ve son kez bir baba oğlunun soyadını almak zorunda kalmıştı. Nüfustaki karışıklığı engellemenin başka yolu yoktu.

Baba her ne kadar asayiş polisi olsa da rütbesi yükselene dek kazanılan para ancak karınlarını doyurmaya yetiyordu. Gece yerde yatan o kırılgan çocuğun üzerinde hamam böcekleri dolansa da o buna çoktan alışmıştı. Emanetçiden alınan battaniyeler için tüm yaz para biriktirilir, havalar ısınır ısınmaz battaniyeler iade edilirdi. Bu arada annesinin fırsat buldukça merdiven silmeye gittiğini, ondan iki yaş büyük abisinin de kuşpalazından öldüğünü ilave edelim.

Tüm bu iç acıtan yaşamın ortasında bir de her tatilde koşarak dedesinin çiftliğine gittiğini, orada gün boyu domuz yetiştiriciliği ve benzeri ağır işlerde çalıştığını da…

Durmadan Değişen Sokaklar, Evler, Odalar

Kitapta en çok dikkat çeken bölümlerden biri de bu. On yıl içinde birbirine yakın mahalle ve sokaklar arasında on ev değiştirir aile. Bunun nedenini tam bilemese de bir tanesini açıklamaya gerekli görür. O da babasının komşu kadınla kırıştırma macerasının açığa çıkmasıdır. Tabii derhal taşınılır o evden. Bir de çok fakir olan ailelerin taşınma yöntemleri ve yine çilekeş annenin bu uğurda yaptığı fedakârlıklardan söz edilir.

“O zamanlar adet olduğu gibi, kamyonete para veremeyen kimselerin evden taşınmaları, sırık, halat ve çuvallardan başka gereç kullanılmadan sırt hamallarının omuzlarında gerçekleştirilirdi. Ve bu iş sabır isterdi, hem de çok büyük sabır. Ama ufak tefek şeyleri onlar taşımazlardı, bu yüzden de annem, bütün o yıllar boyunca kafasının üstünde sepetler ve bohçalar taşıyarak, ya da daha uygun olduğunda kalçasının üstüne oturtarak, iki ev arasında kilometrelerce yol giderek mekik dokumak zorunda kalmıştı.”(s.105)

Okuru en çok şaşırtansa bu derece yoksul ve iç açıcı bir eğitim alamamış bir insanın nasıl olup da bu denli muhteşem bir kaleme ve bilgeliğe ulaşmış olduğudur.

Yazarın birkaç yerde yaptığı kimi açıklamalar sorumuza cevap gibi dursa da aslında değildir. Bu birkaç hatıra sizi tatmin eder mi bilmem ama kendisinin de itiraf ettiği şey, içindeki o çocuğun daha iki yaşındayken bile ne olacağını hissedebildiğidir.

Cinsellik

Bu kitabı yazmaya niyetlenmesinin temel sebebi olan günahlar meselesine değinmeden geçmek olmaz elbette. Fakat günümüzün son derece kirlenmiş, sapkın fantezilerinin yanında Saramago’nunkiler öylesine saf ve çocuksu ki onları günah başlığı altını almaya imkân yok. O yıllarda yaşamış yoksul bir çocuğun yaşayabileceklerini yaşamış, iyi yürekli bir haylazdan söz ediyoruz.

İlk tecrübe tahmin edileceği üzere komşu Emilia Teyze ile yaşanır. O henüz 9 yaşındayken, apartman komşusu bu kaçık kadın içkiyi fazla kaçırınca odanın orta yerinde mastürbasyon yapmaya başlar. Zeze merakla yanına sokulmaya çabalayınca ev halkı onu yaka paça dışarı çıkarır ama o bu anı ömür boyu unutmaz.

İlk dokunuş ise yine komşu kızınadır.

“Domitilia’ya gelince; bir gün ikimiz, bedenlerimizde dokunulacak, içine girilecek, hareket ettirilecek ne varsa hepsini merak ederek, pür heves sevgicilik oyunu oynarken yatakta yakalanmıştık… Pervasız yumurcaklar kıçlarına birkaç şaplak yediler ama pek de şiddetli olmayan, göstermelik bir dayak olduğunu hatırlıyorum.” (s. 37)

Buna benzer bir macera da kuzeni Maria ile yaşar. Ondan birkaç yaş büyük olan Maria ile aynı yatağa yatırıldığı gece birbirlerinin bedenlerini keşfe çıkarlar. Gece geç saatte onları almaya gelen yengeye ne de güzel uyur numarası yaparlar! “Ne masum zamanlarmış onlar” diyor büyük usta.

Gerçekten de hangi anıyı okursanız okuyun içinde büyük bir masumiyeti barındırdığını hissedeceksiniz.

Bilgelik mirasını dedesinden devralan, tüm yaşamını bir çocuk kalbiyle yaşayıp tüketmiş bir adamdan söz ediyoruz.

“Tejo’nun kıyısında yediğimiz koyu yeşil renkli o nefis karpuzu, yaz aylarında suyun azalmasıyla ortaya çıkarak kimi zaman genişleyip dil gibi uzanan o kumlu toprak parçalarından birinin üzerinde, adeta ırmağın içinde yer alan kavun tarlasını hatırlayabilen bir tek ben varım.” (s.131)

Keyifli okumalar…

https://www.panzehirdergi.com/saramagonun-kucuk-anilari-aysel-karaca/