Çorlu Tren Katliamı’nda oğlu Oğuz Arda Sel’i kaybeden Öz, Kırmızı Kedi Yayınları’ndan çıkan kitabı “Hep 9 Yaşında – Bir Melek Masalı”nda oğlunu ve mücadelesini anlattı. “Yazmak çok zordu” diyor.
En çok çocuğunu kucağına alıp doyasıya öpmeyi özlediğini söylüyor. “Birbirimize yapışık gibiydik, dokunmayı özlüyorum” diye de ekliyor.
Mısra Öz, oğlu Oğuz Arda Sel’i kaybedeli 5 yıl oldu.
8 Temmuz 2018’de 7’si çocuk 25 kişinin hayatını kaybettiği Çorlu Tren Katliamı’nda adalet arayışı sürüyor ve bir sonraki duruşma 23 Kasım’da.
Arda’nın gidişinden sonra kurduğu derneğin yoğunluğu içinde şu sıralar Öz, bir de yeni çıkan kitabının heyecanı var.
Okullar henüz açılmışken kırtasiye malzemesi dolu koliler Oğuz Arda Sel Çocuk Derneği’nin ofisinde depremden etkilenen Hatay’a gönderilmeyi bekliyor. “Bu sene en çok kırtasiye talebi geliyor okullardan. Çünkü insanlar bir şekilde ikinci el vs kıyafeti halledebiliyor. Ancak kırtasiye masrafları artmış durumda” diye bilgilendiriyor.
Kaleme aldığı “Hep 9 Yaşında – Bir Melek Masalı” bir mücadelenin kitabı. Aynı zamanda Oğuz Arda Sel’in biyografisi de…
Kitapta Oğuz Arda’nın hayatını ve ardından yaşananları okusak da bir taraftan da kendi kaleminden kendini anlatmış Öz. Özene bezene büyüttüğü çocuğunun üzerine titreyen, kaygılanan, onu çok seven ve kariyerini bırakmayan bir anne.
“Hayattaki en sabırlı bekleyişlerim hep oğlum için oldu” diyor.
Oğuz Arda Sel’in annesi Mısra Öz, Kırmızı Kedi Yayınevi’nden çıkan kitabını ve son 5 yılda yaşadıklarını anlattı.
“Yaz anne, yaz!”
Hep iyi metinler ve ifadelerle oğlunuzu anlatıyorsunuz sosyal medyada da. Arda’nın her doğum günü gecesi notlar almışsınız. Ne zamandan beri yazıyorsunuz? Bu kitap fikri hep var mıydı aklınızda?
Evet, tam doğum gününden önceki gecelerde yazıyordum o notları ve gençliğimden beri de günlük tutuyorum. Yazarak kendimi daha iyi ifade ettim hep. Arda bana hep kitap yazmamı söylerdi. Babası için de, anneannesi için de yazardım çünkü. Çevremdekiler hep yazmam gerektiğini söylüyordu, ama ev, iş, Arda’yla birlikte yoğun bir hayatım vardı ve fırsatım olmuyordu.
Arda gittikten sonra da duygularımı bir şekilde ifade etme ihtiyacı hissedince sosyal medyadan yazmaya başladım. Fakat Arda’nın ‘yaz anne, yaz’ dediği sürekli kulağımdaydı.
Ben adalet mücadelesi vermeye başlamıştım. Karşılaştığım şeyler hayal bile edemeyeceğim şeylerdi. Bana soruşturmalar açılması, davalar açılması, ilk duruşmada yaşadıklarımız… Hep benim başıma geliyormuş gibi hissediyordum bu yaşananları, ama aslında benden önce de oluyordu bu haksızlıklar, ne yazık ki. Benden sonra da oluyor. Bu mücadelenin tam orta göbeğinde Arda’yı anlatma isteğimin gitgide arttığını fark edince bunun sadece sosyal medyada kalmasını istemedim.
“Yazmak çok zordu”
İhmaller nedeniyle katledilen çocuklardan bir tanesi olan Arda’nın nasıl biri olduğunu anlatmak istedim. Onun hayatı böyleydi ve böyle birini yok ettiniz! Ve sonrasında da bana, bize bunları çektirdiniz. Çektirmeye de devam ediyorsunuz diye.
Fakat yazmak çok zor oldu.
Yazmak için her bilgisayar başına oturduğumda psikolojim bozuluyordu. İçime kapanıyordum. Sonra içimden bir ses diyordu ki, “haydi yaz, yazman gerekiyor.”
Zorlu bir süreçti. Bir de ben bu dönemde hiç psikolojik destek almadım. Reddettim. Ta ki geçen Şubat’a kadar.
İlaç kullanmayı da reddettim. Dava sürüyor ve ben okuduklarımı anlamayacağım, kendimi ifade edemeyeceğim diye düşünüyordum. Tabii bunun bende ağır bedelleri oldu. Bağırsak ameliyatı geçirdim ve bir kısmı alındı.
Terapi almaya başladıktan sonra daha da güçlenerek kitabı bitirdim aslında.
“Niye gittiniz, neden o trene bindiniz!”
Terapi almadan devam edebilmişsiniz. Sağlam bir psikolojiniz varmış, bunu anlıyorum…
Çok direndim ama çok da yıprandım. Psikiyatristler hep şunu söyler; yas dönemi şu kadar sürer, yas dönemi içindesin, artık bitti falan… Aslında biten bir yas dönemi yok. Geçen gün yolda yürürken yine isyan ettim, birkaç gün sonra Hakan’la (Oğuz Arda Sel’in babası), Arda’yla kavga ettiğimi fark ettim; niye gittiniz, neden o trene bindiniz diye…
Bir şey görüyorsunuz, isyan ediyorsunuz, kavga ediyorsunuz sonra kabulleniyorsunuz. Benim yolum artık böyle, devam edeceğim diyorsunuz. Bitmiyor ve siz de o yolda akıp gitmeye devam ediyorsunuz aslında.
Ortada bir yayınevi yoktu o zaman, direkt yazmaya başladınız öyle mi?
Evet. Zaten dört yılda tamamladım. Ben çok kitap okuyan biriyim. Kırmızı Kedi bazen kitap yollardı bana. Bu sayede bir araya geldik aslında. Sonra editörüm Çağlayan Çevik ile tanıştım. Tabii konu çok hassas olduğu için onlar da çok hassas davrandılar.
9 yıl bir insan ömrü için kısa olsa da anlatması çok uzun bir zaman dilimi. Pek çok şey de sığdırmış hayatına Oğuz Arda. Bir tür Oğuz Arda Sel biyografisi gibi mi tasarlamıştınız kitabı?
Evet biraz öyle. Özetleyerek gitmeye çalıştım. Günlüklerimin de katkısı oldu tabii. Arda’nın hayatındaki önemli şeyleri yazmakla geçti biraz da. Futboldaki, okuldaki başarısı, arkadaşlarıyla, öğretmenleriyle olan ilişkileri… Ve editörümün “verdiğiniz duyguyu koruyacağız” demesi benim için çok önemliydi.
“‘Kader’ sözcüğünü asla kabul etmedim”
Kitapta Oğuz Arda’yı okurken bir yandan da aslında sizi okuyoruz. Yani nasıl bir anne olduğunuzu… “Bir dişi ahtapot olmak gibi anne olmak” diyorsunuz. Yaşadığınız o büyük acıdan sıyrılıp mücadele etmeye hangi noktada karar verdiniz?
Arda gitti ve sonrasındaki günler eve birileri ziyarete gelmeye başladı. Sürekli bir şeyleri sorguluyordum. Neden? Neden gittin? Neden öldün? Neden benim çocuğum öldü? Neden bu kadar insan öldü?
“Kader” sözcüğünü asla kabul etmedim. “Çok yağmur yağıyordu, kader” diyorlardı. Yani her yağmur yağdığında tren devrilecekse olmasın bu ulaşım. İnsanlar kullanmasın bu araçları.
“Neden” diye sorgularken ailemdeki avukatlar bu davaya bakacaklarını söylediler. Ve bununla birlikte bana yavaş yavaş çok uzun bir yol olacağını aşılamaya başladılar.
“Adalet ayağıma gelmiyor”
Evet, çok üzgünüm ama birilerinin de ihmali sonucunda böyle bir şey oldu. Ve o noktada hesap sorma duygusu ortaya çıktı bende. O duyguya tutundum. Terapi desteği almadım, ilaç kullanmadım ama hesap sorma duygusuyla, adalete olan inancımla aslında ayakta durdum.
Beni daha çok hırpaladı ama belki daha çok hırslandırdı. Ayakta durmam gerekiyor. Hesap sormam gerekiyor dedim hep. Çünkü adalet benim ayağıma gelmiyor.
İlk bilirkişi raporu: Dosya açılmadan kapatılmak istendi
Aileler olarak ve siz kitapta da sürekli vurguluyorsunuz. İlk bilirkişi raporu. Katliam gecesi helikopterle alana gelen “iki kişinin ismini aklıma mıh gibi kazıdım” diyorsunuz… Bu süreçte tahammülünüzü zorlayan en önemli şeydi sanırım…
Evet. Arama kurtarma çalışmaları gerçekten çok zayıftı Çorlu’da o akşam. Ve cenazeler henüz trenin altından çıkartılmadığı esnada olay yerine gece 12’de helikopterle iki tane bilirkişi indirildi: Mustafa Karaşahin ve Bekir Sıddık Binboğa Yarman. Onları oraya kim gönderdiyse bilinçli olarak yolladı ve onlar da itiraz edemediler. Bilirkişilik kanununa aykırı kişilerdi. Bir tanesi Devlet Demiryolları’na danışmanlık hizmeti veriyor. Diğerinin de Ulaştırma Bakanlığı’yla bağlantısı var. Kimin emriyle oraya geldiklerini bilmiyorum ama verdikleri rapor bizi yaklaşık üç buçuk yıl boyunca oyaladı. Sadece dört alt düzey memur yargılandı. Biz davaya gittik, dört kişi var, geldik o dört kişi var.
Mücadelemiz sonucu onların raporları hükmünü kaybetti ve yeni bilirkişi raporuna göre dokuz kişi daha eklendi sanıklara. Dört tane memurla bu dava kapatılmak istendi. Olay yerine o akşam o iki bilirkişi indirildiğinde bu dava dosyası açılmadan kapatılmak istendi. Fakat ummadıkları bir şey oldu, aileler bu konuda çok hırslı çıktılar. Ve gazeteci Mustafa Hoş da çok ciddi anlamda takip etti.
Kazanın nasıl olduğunu dinlediği gün
Çorlu Aileleri ilk Zeliha Bilgin’in evinde bir araya geldi, kitapta anlatıyorsunuz. O gün neler hissettiniz, herkes kendi hikâyesini anlatırken?
Çok kötü bir andı, gerçekten çok kötüydü. Olaydan sonra ilk kez Çorlu’ya gidiyordum ve hiçbirimiz birbirimizi tanımıyoruz. Bir meydanda buluştuk ve ondan sonra Zeliha Abla’nın evine gittik. Kazadan sağ kurtulmuş ama yakınlarını kaybetmiş Ekrem Amca, Funda Abla… Kazanın oluş anını anlatıyorlar… Ya da Hacer Abla; en son eşinin ayaklarını havada gören…
O zamana kadar acaba ne yaşandı diye düşünürken onları dinledikten sonra acaba ne hissetti diye aklımdan geçmeye başladı: Korktu mu, bağırdı mı, çığlık mı attı? Tutunmaya çalıştı mı? Kafanızda bir sürü senaryo canlanıyor ve bunların her biri çok yıpratıcı.
“Koca bir aileyi yok ettiler”
Ama bizi de birbirimize bağlayan bir gündü.
Hâlâ görüşüyoruz, geçen gün Çorlu’daydım. Zeliha Ablamın doğum günüydü. Birlikte oturduk saatlerce. Konuştuğumuz tek konu o güne dair yaşadıklarımız ve dava süreci.
Zeliha Abla çalışmaya başladı. Funda Abla’nın öyküsü beni çok yaralar. Trendeydi ve iki kızını ve yeğenini kaybetti. Üçü de onun kollarının arasındaymış. Ve gözünü açtığında üçü de gitmiş. İki yıl önce eşi de üzüntüden dayanamayıp kalp krizi geçirerek vefat etti. Ve Funda Abla tek başına kaldı. Yani bir koca aileyi yok ettiler. Ve artık Funda Abla’nın adalete dair söyleyebilecek hiçbir sözü yok artık.
“Demiryolu işçisini feda ediyorlar”
Aslında bitmemiş bir kitap bu. Hem bir çocuğun hayatı hem bir mücadeleyi anlattınız, devam eden bir mücadele. Bir sonraki duruşma 23 Kasım’da. Neler öngörüyorsunuz?
Duruşmada savcı mütalaasını açıklayacak. Ama mesela bir tane sanık var ki adamcağız oraya gelip gidiyor yıllardır ve biz o adama üzülüyoruz. Bir demiryolu işçisi. Taş yerleştiren bir işçi. Yani bu işçiyi ihalelerin döndüğü, altyapının yapılmadığı böyle büyük meselelerin sorumluluğu altına sokamazsınız. Adamı feda ediyorlar. Onun beraatini isteyeceğiz.
Ama tabii ki savcı mevcutta var olan ve gerçekten sorumluluğu olanlara bir ceza söyleyecek ve onun neticesinde artık işte bizim avukatlarımızın talepleri olacak.
Çok öfkeliyim. Sanık olarak oraya getirilen kişiler bugüne kadar tutuklu olarak yargılanmış olsalardı daha çok konuşurlardı. Her duruşmada sanıklar, “bilmiyorum, hatırlamıyorum” diyor. “O dönem çok geçti, aklımda değil” vs. Bu tarz beyanlar.
“Davaya eklenen her dosyayı okuyorum”
Bu kişiler işten uzaklaştırılmadı, işten atılmadı, tutuklu yargılanmadı. E haliyle çok rahat hayatlarını devam ettiriyorlar. “Bu soruya cevap vermek istemiyorum” diyeni bile gördük. Hatta hakim bu soruya cevap vermeme hakkınız var dedi. Konu da sanıklardan birkaç tanesini Devlet Demiryolları’nın Fenerbahçe’deki tesisinde bir araya getiriliyor ve üst yönetimden birileri siz hep bir ağızdan aynı cevabı verin, biz sizi çok iyi avukatlarla savunup ceza almamanızı sağlayacağız diyor.
Yani özetle sanıklar tutuklu yargılansalardı eğer çok daha farklı ilerlerdi süreç.
Bu dava başladığında bir hukuk fakültesine girseydim şu anda mezundum ve ilk davama bakıyordum. Burada öğrendiğim pratikle teoride öğrendiklerimi birleştirdiğim zaman ortaya staj yapmış bir avukat çıkardı. Davaya eklenen her dosyayı açıyorum, okuyorum UYAP üzerinden.
Kaymakam taziye evinde uyudu
Kaza sonrası ilk günler taziye evinize gelen ziyaretçileri yazmışsınız. Devlet görevlilerinin tavırları. Kaymakamın evinize gelip sizi ayağına çağırması vs. Neler hissettiniz o tavırlar karşısında?
Kaymakam uyuyakaldı bile o gün. Yani bunlar çok lakayıt görüşmelerdi. Benden daha beterini yaşayanlar da var. Mesela Funda Abla, Aysun Abla, Sena Köse’nin annesi. Evine Devlet Demiryolları’ndan bürokratlar geliyor. Aysun Abla’ya diyorlar ki “daha gençsiniz, çocuk yaparsınız.” Yani ahlakın çöktüğünün simgesidir bu olay. Altı yaşında vefat eden Mavinur var. Babası çocuğunu mezara koyduğu sırada vali mezarlığın kapısına geliyor ve babaya diyorlar ki vali geldi fakat sizi kapıda bekliyor. Adam en zor görevini yapıyor. Bu, çürümüşlük.
Yani kimlerle iletişim kurmaya çalışıyoruz? Kimden medet umuyoruz? Kimden ne bekliyoruz?
“İktidar elini yargının üzerine koymuş”
“Nasıl bu kadar sahipsiz kalmışız bu ülkede” diyorsunuz bir yerde. Aradan geçen 5 yılda dava devam ediyorken hâlâ aynı duygular içinde misiniz?
Evet. Çorlu’dan sonra o kadar çok olay oldu ki! Mesela bisikletiyle yolda giderken alkollü bir sürücünün hız sınırını aştığı bir çocuk öldü. Umut Gözüm. Ben annesiyle, babasıyla da tanıştım. Katiline bir günlük bile ceza çıkmadı. Ve aile katilin üstüne gidiyor diye aileye dava açtılar. Hem çocuğunu öldür, hem git annesine, babasına dava aç.
Sosyal medyaya bir bakıyorum, herkes kendi adalet çığlığını atıyor. Kimse kimseyi duymuyor artık. Herkes kendi adaletini arıyor.
Şaban Vatan kızı için çığlık atıyor, Hendek havai fişek fabrikasında ölen işçilerin aileleri adalet çığlığı atıyor. Aladağ’da ölen çocukların aileleri… Dilek Doğan’ın ailesi… Gezi’de ölenlerin aileleri…
6 Şubat depremlerinde İsias Otel’de ölen çocukların aileleriyle de görüşüyorum. Davalarında yanlarında olacağım.
Benim acım onun acısı. Onun acısı benim acım oluyor. Mücadeleye bir omuz vermek çok önemli çok kıymetli. İyi ki dayanışma var. Çünkü iktidar elini yargının üzerine koymuş, kıpırdatmıyor.
“Okullara ulaşıyoruz”
Mücadeleyi daha etkili yapmak için mi siyasete girmek istediniz?
Aslında ben ve siyaset çok alakasız. Ama baktım dava farklı bir yöne doğru gidiyor… Çünkü öyle bir noktaya geldi ki dava, iktidar değişirse davanın gidişatı değişecek. Olur da seçilirsem gideyim kendi hesabımı ve diğerlerinin hesabını kendim sorayım istedim.
Bir de kampanya sürecinde çocuğunu kullanan anne de oldum, çocuğunu kullanıp meclisten koltuk kapmaya çalışan anne de… Çok ağır şeyler bunlar, ama hiçbirine aldırmadım.
Oğuz Arda Sel Çocuk Derneği’nin çalışmaları nasıl gidiyor, size nasıl geliyor orada olmak?
Ocak 2019’da açıldı dernek. Arda gittikten çok kısa bir süre sonra açtık. Bana çok iyi geldi binlerce çocuğa ulaşmak. Ancak çocuklarla bir arada olmak benim açımdan biraz da kötü, çünkü çok fazla anımsatıyor. O yokluğu çok fazla hissettiriyor. Şöyle oluyorum mesela; aa bu çocuk Arda’yla aynı yaşta. Sonra diyorum ki ama Arda şu an o yaşta değil ki. Sonra; bu yaşta olsaydı bu beden kıyafetleri giyecekti ya da ayak numarası acaba şu mu olacaktı falan diye aklıma düşüyor. Sürekli böyle karmaşık duygularla çocuklarla birlikteyim.
Bunun haricinde Türkiye’deki büyük eğitim probleminin, eksikliğinin neler olduğunu, çocukların ne zor şartlar altında okumaya çalıştıklarına şahit oluyorum. Ve buna bir yerden dokunabiliyor olmak bir nevi huzur veriyor. Aynı zamanda da gelecek için kaygılandırıyor da.
Gidip temas ederek okullara ulaşıyoruz genelde. Öğretmenlerle iletişim halindeyiz çünkü öğretmenlerden daha net ve doğru bilgi geliyor. Bireysel taleplere de dönmeye çalışıyoruz.
Okulların açılmasıyla birlikte inanılmaz bir talep geliyor. Geçmiş yıllarda okullar açılırken forma, ayakkabı, bu tür talepler gelirken bu sene çok ciddi anlamda kırtasiye isteği geliyor. Yani insanlar bir şekilde kıyafeti hallediyorlar. Ama kırtasiyede fiyatlar geçen seneye nazaran iki katı arttı.
Bağışlarla, bağışçılarımızla ayakta duran bir derneğiz. Başka bir geliri yok.
“Oğuz Arda’ya hayrandım”
En çok neyi özlüyorsunuz Oğuz Arda ile ilgili?
Kucağıma alıp onu öpmeyi çok özledim. Bunu inanılmaz özlüyorum. Ona temas etmeyi, eline dokunmayı… Çünkü biz yapışıktık yani. Bebekken de, büyüdüğünde de… Sürekli tepemdeydi evde. Koltukta uzanıyorsam gelir ayak ucuma uzanır.
Ben Oğuz Arda’ya çok hayrandım. Hayran hayran bakardım ona.
(AÖ)
https://bianet.org/haber/misra-oz-aslinda-yas-hic-bitmiyor-283919