Karnak Kafe / Necip Mahfuz

Karnak Kafe’ye ilk girişim böyle olmuştu. Tasasız bir ruh hali içindeyken, karanlık, sihirli bir güç tarafından, üstelik de benim adımı bile bilmeyen birisinden dolayı oraya çekildiğimi hissetmiştim.

Karnak Kafe’ye gitmem tamamıyla rastlantı sonucu olmuştu. Bir gün, saatimi tamir ettirmek için el-Mahdi Sokağı’na gitmiştim; saatin tamir edilmesi birkaç saat sürecekti, dolaysıyla beklemem gerekiyordu. Zaman geçirmek için, sokağın iki yanındaki dükkânların vitrinlerinde sergilenen tüm saatlere, takılara ve hediyelik eşyalara bakmaya karar verdim. Kafeye rastlamam da böyle oldu.

Karnak, bir ara sokak üzerinde, küçük bir kafe. O günden itibaren, oturup zaman geçirmek için en sevdiğim yer haline geldi. Doğruyu söylemek gerekirse, ilk defasında girişte biraz duraksamıştım, ama sonra, yazarkasanın başında, yani genelde işletmeciye ayrılan yerde, tabureye oturmuş bir kadın görmüştüm. Yaşının ilerlediği belliydi, yine de yüzünde hâlâ eski güzelliğinden izler vardı. Yüzünün o temiz, narin hatları, hafızamın derinliklerine gömülmüş bir şeyleri harekete geçirmiş, birdenbire gözümün önünde bir sürü görüntü canlanmıştı. Müziğin, davulların sesini duyuyordum. Orada oturmuş, enfes bir vücudun bir o yana bir bu yana salınmasını seyrediyordum; tütsü kokusu her tarafa yayılmıştı. Şimdi anlamıştım, kadın bir dansözdü. İmadeddin’in yıldızı, Kurunfula’nın ta kendisiydi! 1940’lı yılların pembe rüyası Kurunfula şimdi o taburede oturuyordu.  

Karnak Kafe’ye ilk girişim böyle olmuştu. Tasasız bir ruh hali içindeyken, karanlık, sihirli bir güç tarafından, üstelik de benim adımı bile bilmeyen birisinden dolayı oraya çekildiğimi hissetmiştim. Onunla hiçbir zaman şefkate, menfaate ya da en basitinden nezakete dayalı bir ilişkimiz olmamıştı. O bir aralar gerçek bir yıldız haline gelmişti, halbuki ben yalnızca onun yaşıtlarından biriydim. Hâlâ muhteşem olan vücuduna yönelttiğim hayranlık dolu bakışlarımın onu pek etkilemediği belliydi, yanına gidip merhaba demek için herhangi bir neden göremiyordum. Dolayısıyla bir yere oturup etrafıma bakmaya başladım.

Kafe tek bir büyük odadan ibaret gibi görünüyordu, ama her şey temiz ve düzenliydi. Duvarlar duvar kâğıdıyla kaplıydı, masalar ve sandalyeler de yeni gibi duruyordu; dört bir tarafta aynalar ve renkli lambalar vardı. Tabak, çanak ve fincanlar da temiz görünüyordu. Dolayısıyla, oturup zaman geçirilecek bir yer olarak oldukça cazip sayılırdı. Her fırsatta Kurunfula’ya uzun uzun bakıyordum.

Geçmiş günlerdeki büyüleyici dişiliği ve gençliğinin tazeliği çoktan kaybolmuştu tabii, ama onların yerini, insanın içine işleyen, kederli bir ifadeyle vurgulanan esrarengiz bir güzellik almıştı. Vücudu hâlâ ince ve esnek görünüyor, istediği zaman oynak ve enerjik olabileceği izlenimi uyandırıyordu. Bütün bunların yanında, yılların deneyimi ve uğraşı sonucu edinildiği anlaşılan, özenle kontrol altında tuttuğu bir manevi gücü vardı. Etrafına yaydığı kayıtsızlık duygusu ona büyük bir çekicilik kazandırııyordu. Bakışlarıyla mekânın tamamını denetimi altında tutuyor, şarap garsonuna, garsona ve temizlikçiye göz açtırmıyordu. Kafenin tek tük müdavimlerine müthiş bir şefkat gösteriyordu; kafe o kadar küçüktü ki, hepsi büyük bir aile gibiydi. Emekli olduklarını sandığım üç yaşlı adam, orta yaşlı bir adam ve içlerinde çok güzel bir genç kızın bulunduğu gençlerden oluşan bir grup vardı, bütün bunlar, burada yabancı gibi durmama neden oldu. Gerçi orada bulunmaktan mutluydum, ama bir yandan kendimi davetsiz bir misafir gibi hissediyordum.

Kkonuşmaya başladık.

“Bazen uluslar toplu bir hafıza kaybına uğrar” dedim, zor bir durumda kaldığını histederek, “ama bu sonsuza kadar sürmez.”

“Bunların hepsi çok güzel” diye cevap verdi. “Ama boş azer.”

“Hayır tam terine, söylediklerim tamamıyla doğrudur.”

Beni Köşeye sıkıştırmıştı, oradan kurtulmaya can atıyordum.

“Size yaşamınızda mutluluklar diliyorum. En önemli şey mutluluktur.”

Güldü. “Şu ana kadar, sonuçta mutluyum gibi görünüyor” dedi, bana sırtını dönerek sandalyesine doğru ilerledi. Gitmeden önce “Ama görünmeyeni sadece Allah bilir!” diyerek veda etti.

İşte böyle kolayca tanışmış olduk. Bu benim için, baştan beri mutluluk veren ve hâlâ da mutluluk vermeye devam eden yeni bir arkadaşlığa dönüştü. Bir anlamda yeniydi, ama arkasında otuz yıl kadar gerilere giden başka şeyler yatıyordu. Karşılaşmalarımız ve sohbetlerimiz devam etti, hatta gelişti ve aramızda hakiki anlamda şefkatli bir dostluk doğdu.

Bir gün, muhteşem ve enfes bir dansöz olduğu, ama aynı zamanda hiçbir zaman saygınlığını yitirmediği aklıma düştü.

“Harika bir dansözdünüz,” dedim ona, “ama yine de Saygınlığınızı muhafaza etmeyi başardınız. Bu bir çeşit mucize değil miydi?”

“Benden önce dansözlükte üç temel unsur vardı: göbek göğüs ve kalça,” diye gururla cevap verdi. “Ben bunu daha zevkli bir hale getirdim.”

“Peki bunu nasıl başardınız?”

“El-Bargula’daki göbek dansı suarelerini Kaçırmamaya özen gösterdim.” Başını imalı imalı salladı. “Saygınlığa gelince,” diye devam etti, “gerçek anlamda aşk içermeyen bir ilişkiye asla girmeyeceğimin ve evlenmemin söz konusu olamayacağı hiç kimseyle sevişmeyeceğimin bilinmesini sağladım.”

“Hepsi bu mu?” diye şaşkınlıkla sordum.

“Eğer saygınlığa dair bir dış görünüm varsa,” diye gülerek cevap verdi, “bu kadarı da yeterlidir, değil mi?”

Başımla onayladım. Duyamadığım bir şeyler mırıldandı, sonra da, “Gerçek aşk, her zaman bir ilişkiye kusur bulunması zor bir meşruluk verir,” dedi.

“Hiçbir derginin size çamur atmaması da bundan o halde.”

“Doğru, hem de en kötüleri bile yapamadı.”

“Ama yine de, bir sürü erkeğin hayatı sizin yüzünüzden altüst olmuştur.”

“Evet,” dedi, iç geçirerek, “gece hayatı kişisel trajedilerle doludur.”

“Maliye Bakanlığı’ndaki memurun hikâyesini hâlâ hatırlıyorum.”

“Şşşş,” diye fısıldayarak sözümü kesti. “Arif Süleyman’ı mı kastediyorsunuz? İşte orada, sizden birkaç metre uzakta, barın arkasındaki garson o!”

O yöne, her zaman durduğu yere gizlice baktım. Göbekliydi, saçları ağarmıştı; yüzünde boyun eğmiş, ezik bir ifade vardı.

Kurunfula yüzümdeki şaşkınlığı görerek, “Düşündüğünüz gibi değil,” dedi. “Benim kurbanım değil, o kendi zayıflığının kurbanı oldu.”

Sonra da oldukça normal sayılabilecek bir hikâye anlattı bana. Adam onun için çıldırmış, ama Kurunfula ona en ufak bir ümit vermemiş. Sürekli müzikholde takılacak kadar parası olmadığı için devletin kasasına el uzatmaya başlamış. Diger müşterilerin arasında zengin bir mirasyedi gibi dururmuş, ama Kurunfula ondan tek bir kuruş dahi almamış. AralarındaKi ilişki, gece kulüplerinin kurallarına ve geleneklerine sıkı bir şekilde bağlıymış. Ancak suçüstü yakalanması çok zaman al mamış, mahkemeye çıkarılmış ve mahküm edilmiş,

“Gerçek anlamda bir trajediydi,” dedi, “ama benim suçum değildi. Yıllar sonra hapisten çıktı. Aynı gece kulübüne gelıp bana hayatının mahvolduğunu anlattı, Ona acıdım ve onun için endişelendim. Gece kulübünün sahibiyle konuşup garson olarak işe alınmasını sağladım. Dansözlüğü bırakıp bu kafeyi açınca da Arif Süleyman’ı şarap garsonu olarak işe almaya ke» rar verdim. İşini çok iyi yapıyor.”

“Peki eski sevdasına yenik düşmedi mi?” diye sordum, bıyığımı burarak.

“Tabii ki öyle oldu,” diye cevap verdi. “Gece kulübünde garsonken beni taciz edip durdu. Bunun sonucunda da çok kötü dayak yedi. O zamanlar ayı gibi bir adamla, şampiyon bir halterciyle evliydim. Bir yıl sonra Arif tiyatro topluluklar rından birinde çalışan bir dansçıyla evlendi; hâlâ evliler ve yedi tane kızları var. Bugünlerde onun oldukça mutlu ve başarılı olduğunu düşünüyorum…” Bir kahkaha kopardı. “Son zamanlarda arada bir âşıklar gibi öpüşüyoruz.”

“Böylece geçmiş unutulmuş oluyor.”

“Bir gün eski bir meslektaşı beklenmedik bir şekilde ter fi ederek Maliye Bakanlığı’nda müsteşarlık görevine getirildi. Bu onun büyük bir kin duymasına neden oldu; bütün dünyadan intikam almak istiyordu. Derken 1952 Devrimi gerçekleşti ve eski meslektaşını emekli ettiler. O zaman bayağı sakinleşti devrimin en büyük hayranlarından biri haline geldi.”

Karnak Kafe ailesinin bir üyesi olmuştum. Grubun tamamı benim ayrılmaz bir parçam gibiydi. Kurunfula bana arkadaşlığını sundu, ben de ona karşılık verdim. Kurunfula yaşlı adamlarla, Muhammet Bahgat, Reşat Magdi ve Taha el-Garib ile tavla oynardı. Gençlerle de, özellikle Zeynep Diyab, İsmail el-Şeyh ve Hilmi Hamada ile sohbet etmeye başladım. Bir zor olduğu konusunda şikâyet ederlerdi, ama aynı zamanda İslam öncesi dönemin büyük şövalyesi Antar ve onun çeşitli fetihlerini konu alan övgü dolu şarkılar da söylerlerdi; sanki zaferden, şandan ve umuttan söz edilmesi fakirliklerini daha katlanılır hale getiriyordu.

Aslında herkes, kıskançlıkla ve nefretle kendi kendini yiyenler bile, bu coşkuya katılmaya can atıyordu. Kafenin içinde oturan herkesin, aşağılanma, yenilgi veya başarısızlığa dair yüreklerine gömdükleri acı deneyimleri vardı. Dolu bir bardağa duydukları arzu, eski düşmanlarına meydan okumaları için ilham kaynağı oluyordu. Bardağın dibine kadar içer, sonra da neşeyle dans etmeye başlarlardı. Etrafta bir sürü sarhoş varken bir şeyleri eleştirmenin ne âlemi var? Rüşvet mi? Hırsızlık, yolsuzluk, tehdit, terör mü? Hay aksi! Veya, bana ne? Veya, kaçınılmaz bir felaket. Veya, ne kadar saçma. Hadi, sihirli bardaktan bir yudum daha al, sonra be raber dans edelim..(…)”

Necib Mahfuz

(Karnak Kafe, Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı. Kırmızı Kedi Yayınevi)

https://www.gercekedebiyat.com/haber-detay/karnak-kafe-necip-mahfuz/11491