Yaratım sürecinde yalnızlık, yazmanın olmazsa olmazıdır; yazarın bu süreçte yalnız kalmaktan başka çaresi, umarı yoktur. Kendisini kalabalıklar içinde yalnız kılma becerisine sahipse sorun yok. Duyarız Sait Faik, Orhan Kemal kahvehanelerde, kıraathanelerde yazarlarmış. Demek ki kendilerini kalabalık içinde yalnızlaştırmayı başarabilmişler. İster düşünsel içerikli bir yazı olsun ister kurmaca ağırlıklı, düşlerini toparlamak, düşüncelerini sıraya sokmak için yalnızlık şarttır ama yalnızca oraya kadar. Daha sonra başkaları girer yazarın yaşamına. Daha sonra mı dedim? Olur mu? Başkaları hep vardır aslında. Yaratım sürecinin öncesinde de… Yalnızlık gerektiren sadece yaratım sürecidir. Her ne kadar edebiyat, güzel sanatlar içinde “başkasına” ihtiyaç duymadan yapılabilecek bir sanat gibi görünürse de tam olarak öyle değildir. En başta, başkalarından beslenmenizi gerektirir. Başka yaşamlarla tanışmanız, insanları her yönüyle tanımak için hayatın içinde olmanız… Hayal kurmak için bile o hayalin malzemesini gerçek dünyalardan edinmek zorundasınızdır. Tanımadığınız nesnenin, tatmadığınız meyvenin, işitmediğiniz sesin, bilmediğiniz kavramın hayalini kuramazsınız. Hemen kişiselleştirmeye geçmiş olacağım ama bunları düşünürken ilk öykülerimi gösterdiğim kimi yayıncıların öykü çevremi “dar” bulduğunu anımsadım. Öykü yazmaya başladığım 1970’lerin sonu, Bekir Yıldız’ın çok okunduğu yıllardı. Bense Ayvalık’ta doğmuş, liseyi İzmir’de bitirmiş, İstanbul’da üniversite okuyup İzmir’e döner dönmez evlenmiş genç bir kadındım. O zamana kadarki bütün yaşamı bu dar açı içinde geçmiş biri olarak “Kara Çarşaflı Gelin”leri falan yazmam söz konusu olamazdı.
Başkaları benden dünyamı genişletmemi, daha çok insanı ve yakından tanımamı, daha çok yaşama tanıklık etmemi istiyordu; oysa önce ailem “zapturapt” altında tutmak için elinden geleni yapmış, başka kente, başka mahalleye değil, İzmir Kız Lisesinde okurken sıra arkadaşımın (demek ki kız!) aynı caddenin üst başındaki evine giderken bile gözcü olarak yanıma kardeşimi katmıştı. Evlendikten sonra da “evli barklı bir kadın” olarak bana yakışmayacak hareketlerden uzak durmam gerekirdi. Kocamın belirlediği çizgiler içinde kalmalıydım. Benim kural dışı herhangi bir hareketim, kocamın itibarını sarsardı. Yine başkasına göre, babama göre değilse bu sefer kocama göre yaşamalıydım. Kısacası, sizden istendiği gibi, size çizilen sınırlar içinde yaşadığınız sürece “makbul” bir kadın oluyordunuz. Yoksa ya babanıza ya kocanıza laf getirmek, onların şereflerini lekelemek tehlikesi vardı.
Kadın olup da yazan biri olarak kendinizi var etmeniz zor. Önce evinizin, çocuklarınızın, kocanızın her türlü gereksinmesini karşılamak, ne kadar ciddiye alıyor olurlarsanız olun dışarıdan bakan gözlerde “hobi” olmaktan öteye gidemeyen yazma uğraşına ancak bütün işler bittikten sonra zaman ayırmak durumundaydınız. Yazan bir kadın olarak kendini kabul ettirme aşamasında da “başkaları”nın devreye girmesi kaçınılmazdı. Kendini kime kabul ettirmek? Yayın dünyası da edebiyat dünyası da erkeklerden oluşuyordu. Yazdıklarınızı okurdan önce yayıncıya beğendirmek zorundaydınız.
Bizden ve dünyadan birçok kadın yazar erkek gibi rahatça hareket edebilmek için erkek adı kullanmadı mı zaten? “Küçük Kadınlar” romanının yazarı Louisa May Alcott, kendi adıyla değil, A. M. Barnard imzasıyla yazmaya başlamış. Bronte kardeşlerin üçü de takma adlar kullanmış. George Eliot adlı ünlü yazarın gerçek adı: Mary Ann Evans. Harry Potter serisinin yazarı, bir kadın tarafından yazıldığı bilinirse erkek okurların okumayacağından çekinen yayıncısının ısrarıyla Joanne Rowling olan adını J. K. Rowling olarak değiştirmedi mi? “Bülbülü Öldürmek” kitabının yazarı da Nelle olan adının Nellie diye okunup cinsiyetini ele vermesinden çekindiği için cinsiyetsiz bir ad olarak gördüğü Harper’ı kullanarak Nelle Harper Lee olarak çıkmış okurunun karşısına.
Kamuflaj olarak erkek adı kullanan yazarlara bizden de örnekler var. Cahit Uçuk’un gerçek adı: Cahide Üçok. Çevirmen olarak kendi adını kullanan Nihal Yeğinobalı, kalem adı (mahlas) olarak her iki cinse de ad olabilecek Süreyya Sarıca’yı kullanmış. “Genç Kızlar” romanını yazdığında ise Vincent Ewing adlı “yabancı” bir yazar icat etmiş, çeviri süsü vermiş romanına.
Kadın yazarlar, önlerinde örnek alacakları, ayak izlerini takip edecekleri, yanlarında duran, ellerinden tutan birileri varsa daha rahat çıkıyorlar ortaya. Eğitimli, kültürlü bir aileye doğmuş olmak büyük şans. İlk kadın yazarımız sayılan Fatma Aliye (Topuz) Hanım, tarihçi bir babanın kızı olarak doğmuş. “Tarihçi olan babasının etkisiyle döneminde etkin bir yazar olmuştur,” diyor kaynaklar. O bakımdan Halide Edip de şanslı. Onun babası Edip Bey de padişahın başkâtibiymiş. O zamanki adıyla “ceyb-i hümayun kâtibi”. Ayrıca Halide Edip’in ilk yazdıklarında Halide Salih imzasını kullanmışlığı var. İlk kocası, aynı zamanda hocası olan matematik bilgini, bilim tarihçisi ünlü Salih Zeki’ydi.
Sadece babalar değil, kocalarından, sevgililerinden destek bulan kadın yazarlarımız da var. Bir yazımda soyadı kullanmadan yalınkılıç ortaya atılmasının cesaret gerektirdiğini söyleyip takdir ettiğim Füruzan’ın o sırada İlhan Selçuk’un kardeşi, ünlü karikatürist Turhan Selçuk’la evli olduğunu hesaba katmamıştım. Şimdiye kadar düşünmediğim bir noktaydı bu. Kadınlar kocalarının izni olmadan herhangi bir şirkete ortak bile olamıyorlardı o zaman. Soyadını kullanmama özgürlüğünü kocası vermiş olmalı Füruzan’a. Benimki vermemişti mesela. Değil sadece adımı kullanmak babamın soyadı olan Baran’ı kullanma iznini bile koparamamıştım. “Tenezzül etmiyor musun?” demişti. Tenezzül! Üstelik Hepçilingirler de değil, hangi cahil nüfus memurunun marifetiyse “Hepçilengirler”di soyadı.
Sevgi Soysal çok genç yaşta kanserden ölmesiyle şanssız ama sanatçı bir çevre içinde bulunmasıyla şanslı bir insan sayılır. Eşlerinin üçü de Türkiye’nin yüz akı sayılan aydınlardan. İlk eşi hukukçu, akademisyen Mümtaz Soysal; ikinci eşi Başar Sabuncu: Oyun yazarı, yönetmen, çevirmen, oyuncu. Üçüncü eşi de Özdemir Nutku. İzmirliler iyi bilir: Tiyatro bilimci, yazar, eleştirmen, yönetmen.
Adalet Ağaoğlu’nun başlama cesaretini erkek kardeşinden almış olması biraz zor ama olabilir de. Erkek kardeşi Güner Sümer tiyatrocu çünkü. Yazar ve oyuncu. Güner Sümer’in ilk eşi de Tezer Özlü.
Tezer Özlü demişken… O tam bir sanatçı aileden geliyor. Ağabeyi Demir Özlü: Öykü ve roman yazarı. Kız kardeşi Sezer Duru: Yazar, çevirmen. Eniştesi Orhan Duru: Yazar ve gazeteci. Eşlerinden Hans Peter Marti hakkında pek bilgimiz yok ama Erden Kıral’ı tanıyoruz. Sinemacı. Yönetmen ve senarist. Öteki kocasını ise az önce söyledik: Adalet Ağaoğlu’nun kardeşi Güner Sümer.
Tomris Uyar böyle anılmaktan hoşlanmazdı ama son yıllarda İkinci Yeni şairleri onun adı anımsanmadan konuşulmuyor. Oysa ilk kocası Ülkü Tamer, ikinci kocası Turgut Uyar, sevgilisi Cemal Süreya, evet ama onlardan önce babası var: Ali Fuat Gedik. Hakimlik, savcılık ve avukatlık yapmış bir hukukçu; aynı zamanda şiir, deneme, inceleme ve gezi kitapları yazmış.
Aşklardan, sevgililerinden söz edince kadın yazarların en güzellerinden biri, Leyla Erbil’i anımsamamak olmaz. Çok âşığı olmuş. Bunların en bilineni Ahmed Arif, az bilineni Sait Faik. Her ikisi de evlenme teklif etmiş Erbil’e. Ama evlenme teklifinden daha önemlisi, yüreklendirme. Edebiyat fakültesinde öğrenciyken tanıştığı Sait Faik öykü yazması için ısrar edermiş, Ahmed Arif de şiir yazması için.
Babalar, kocalar, sevgililer, yani hep erkekler değil, anneler de yol açıcı olmuş kızlarına. Annelerinin açtığı yoldan ilerleyen kadın yazarlar da var. Bunlardan biri Pınar Kür. Annesi İsmet Kür’ün 21’i çocuk ve gençlik romanı olmak üzere 27 eseri var. Öbürü de Emine Işınsu. O da “Kadın yazarların annesi” sayılan Halide Nusret Zorlutuna’nın kızı.
Bu akrabalıklar, yakınlıklar, aşklar, evlilikler her zaman destek anlamına gelmiyor. Yanınızda, yakınınızda çok başarılı birileri varsa aynı alana atılmak, onlarla yarışmaya kalkmak gibi olacağından, belki de kıskançlıkla suçlanacağınızdan çekindiğiniz için, başlama cesaretini tümden yitirebilirsiniz de. Bunları hiç bilmiyoruz. Bugün çok başarılı bulduğumuz kişiler kimlerin cesaretini kırmıştır acaba? Belki yakınlarında onlardan daha yetenekli yazar adayları vardı ama rekabete kalkışmış gibi olmaktan çekinip harekete geçmemişlerdir. Alman bir doktorla Rus annenin kızı olarak dünyaya gelen Sofiya Behrs, Lev Tolstoy’un eşi olmasaydı belki sadece günlük yazarı olarak kalmayacak çok başarılı bir yazar olacaktı. Geçenlerde Tomris Uyar’ı anarken yüz yüze tanıştığımız Semra Aktunç, Hulki Aktunç’un karısı olmasa belki daha özgürce duyuracaktı adını. Tomris Uyar’ın oğlu ne annesinden ne de babası Turgut Uyar’dan etkilenip şiire ya da öyküye heves etmedi. Neyse ki benim oğlum (Afşin Kum), beni aşılamayacak kadar büyük bir engel olarak görmediğinden olsa gerek, yıllar sonra benim yürüdüğüm yola ilgi duyup romanlar, öyküler yazma cesaretini buldu.
Yanlarında yörelerinde edebiyatla ilgilenen birilerinin bulunması, yazmak isteyen kişileri, kadın ya da erkek olmalarından bağımsız, olumlu ya da olumsuz ama mutlaka etkiler. Yine de pek çoğu gücünü de cesaretini de kendisinden almak zorundadır. Hele kadınlar… En azından yakın zamana kadar kadınların erkek takma adı kullanmasından dolayı dünyada da öyle olduğunu biliyoruz. Ama bizde biraz daha zordur. Aile baskısı, yetmedi mahalle baskısı, en başta cinsiyetinin baskısı, katmerli baskıların üstesinden gelmek zorundadır edebiyat dünyasında var olmaya çalışan kadın.
Üstelik yalnızca başlangıç değildir zor olan. Kadın, yazarken değil, dümdüz yaşarken de sürekli gözlem altında tutulduğunun farkındadır. Hareketlerinin tümünün dışarıdan nasıl göründüğünü hesaba katarak yaşar. Yazarken de yazdığı her satırda ölçüyü tutturmak, yazdığının nasıl algılanacağını, nasıl yorumlanacağını düşünerek yazmak zorundadır. Sözgelimi, erkek yazarların özgürce anlattıkları sevişme sahnelerini, cinsellikle ilgili kimi durumları kadın yazar kolay kolay anlatamaz. Başka hiçbir şeyden çekinmese dedikodu malzemesi olmaktan çekinir.
En eşitlikçi eleştirmenler bile takdir eder görünürken hafifçe azarlayabilir ya da ayıplayabilirler sizi. “Kırmızı Karanfil Ne Renk Solar?” adlı romanımda iki kız çocuğunun kendi vücutlarını keşfetme deneyimini anlattığım bir bölüm vardı. Fethi Naci, o sıralarda yayımlanmış başka bir romandaki benzer sahneyle birleştirmiş ve kadın yazarların “çok cesur” olduğu sonucuna varmıştı. Bu kadarcık bir şeyi anlatmak bile cesaret gerektiriyordu.
Kadınlar toplumsal yaşamın öteki alanlarında olduğu gibi, edebiyat alanında da yarışa birkaç adım geriden başlarlar ve yarış parkuru boyunca erkek yazarların karşısına çıkmayan pek çok engelle karşılaşırlar. Kadınların yaşamın her alanındaki yarışı hep “engelli koşu”dur zaten. Kadınların yazar olanları da hangi koşullarda doğmuş, nasıl bir çevrede büyümüş olurlarsa olsunlar kendi kuytularında kozalarını akıllarıyla, yürekleriyle, düşleriyle, düşünceleriyle örerek eserlerini var ederler. Bugün başarılı bulduğunuz kadın yazarların tümünün birer kahraman olduğuna inanın. Her şeyden ve herkesten önce kendi emekleriyle, güçleriyle, cesaretlerini de dayanaklarını da kendilerinden alarak başarılı olmuşlar; toplumun karşısında dimdik durabilmişlerdir. Sevgiyi de saygıyı da hak ederler.
Feyza Hepçilingirler