José Saramago ve ‘Görmek’ üzerine / Ayşenur Tanrıverdi

Lizbon’un kuzeydoğusunda küçük bir köy olan Azinhaga’da sıcak bir esinti, ellerini çenesine dayamış keyifle dedesini dinleyen José’nin saçlarında gezindi. José Saramago, henüz iki yaşındayken ailesinin iş bulmak ve çalışmak için köylerinden kalkıp Lizbon’a taşınmasıyla mükemmel birer hikâye anlatıcısı olarak nitelendirdiği büyükannesi Josefa ve büyükbabası Jeronimo’nun hikâyelerini artık sadece yaz tatillerinde dinleyebilecekti. Bu hikâyelerden aldığı esin onu Jeronimo’nun ölümünden tam 50 yıl sonra Nobel Edebiyat Ödülü’ne ulaştıracaktı.

José Saramago, Lizbon’da yaşadıkları süreçte maddi yetersizlikler nedeniyle okulu yarıda bırakarak makinistlik eğitimi aldı. Teknik ressam, redaktör, editör, çevirmen ve gazeteci olarak çeşitli işlerde çalıştı. Çevirmenlik yaptığı yıllarda kelimeleri Tolstoy, Baudelaire ve Hegel gibi büyük yazarların metinlerinde hayat buldu. Saramago’nun yayınevinde çalıştığı ve geri kalan tüm zamanını halk kütüphanelerinde geçirdiği günlerin akabinde henüz 25 yaşındayken “Günah Ülkesi” başlıklı romanı yayımlandı.

Bu kitap yaklaşık 30 yıl sürecek sessizliğinin başlangıcıydı. Saramago uzun süre yazmamasının nedenini “Anlatacak bir şeyim yoktu” gibi sade ve güzel bir sözle ifade edecekti.

PORTEKİZLİ BİR KOMÜNİST
1969’dan ölümüne dek Portekiz Komünist Partisi’ne bağlı kaldı. Yaşamının son dönemlerinde bundan daha iyi bir sistem bulamadığını ifade ediyordu.

1974 Nisan’ı artık Saramago’nun içinde uyanan çiçeklerin etrafa yayılmaya başlamasının vaktinin geldiğini gösterecekti. Karanfil Devrimi ile Salazar’ın diktası sona erdi ve Saramago, Diáro de Nóticas gazetesinde yardımcı editör olarak göreve başladı. Gazetenin merkez-sağda olması, komünist Saramago için sorun olmadı, yöneticileri için de… Saramago’yu dünya çapında başarıya ulaştıran “Körlük”ün ardından 2004’te yayımlanan “Görmek” romanına, seçim günü yağan yağmurun etkisiyle herkesin tembelliğinin tuttuğu ancak her nasılsa akşam saat dörtten sonra seçim sandıklarına akın ettiği tuhaf ve sıradan bir günle başlarız. Akşamüstüne doğru dolan sandıklarla yüreği ferahlayan devlet adamlarını daha büyük bir tehlike bekler. Sandıklardan neredeyse tamamen “beyaz oy” çıkar; seçimleri protesto eden oylar… Hükümetin birçok kez gülünç durumda kalacağı gösterişli bir ceza verme yöntemine geçilir. Hükümet kabinesi ve tüm bürokrasi bir gece yarısı konvoyuyla şehri terk eder; beyaz oy verenler cezalandırılmak istenir.

Olaylar çığırından çıktıkça bakış açısı değişmeye başlayan komiser ve savunma bakanının telefon konuşmalarındaki suskunluklarda “görmek”i hissederiz. José Saramago’ya göre ekonomik güçler, siyasi güçleri belirlemeye başladığında demokraside baştan aşağı bir yenilenme ihtiyacı doğmuş demektir ve o, bunun olacağına dair umudunu yitirmemiştir. Ne mutlu ki bunu gösterebileceği en güçlü araçlardan birine, edebi yeteneğe sahipti. Bu içgüdüye ilişkin oyun yazarı ve romancı August Strindberg’in bir sözünü anabiliriz; “Gerçek üzüntü, içten umutsuzluk dilsiz ve kördür; kitaplar yazmaz o, çekilmez bir dünyayı tunçtan daha dayanıklı bir anıtla ağırlaştırmak için hiçbir itki duymaz içinde.”

Saramago için siyasi düşünce edebiyattan koparılamazdı. Bu sayede kendimizi kolayca özdeşleştirebileceğimiz ve olan biteni kavrayış gücümüzü artıracak kurguların içine sürükledi bizi. İnsan zavallılığının her çağda aynı, kurnazlığının her çağda zehirli, pişkinliğinin her çağda boğucu olması kadar, umudunun da her çağda güçlü ve sarsılmaz olması gerektiğini vurguladı. Belki de gerçek bilgiyi romanlarda aramak gereklidir, bu çekilmez dünyayı anlamak ve yaşamak için.