İki memleketlim / Celal Üster

İstanbullu olmak, yalnızca İstanbul’da oturuyor olmak mıdır? Yoksa bu kentin farklı uygarlıklarında yaşamış tekmil insanlarla hemşeri olduğunu duyumsamak mı?

Bazen bir taksiye bindiğimde şoför sorar: “Nerelisin abi?” Ben, “İstanbulluyum,” der demez ikinci soru gelir: “Tamam da, hocam, aslen nerelisin?” Şimdi, tabii, insanın yüzyıllardır İstanbullu olduğunu anlatması zor. Byzantion, Konstantinopolis, Stimbol, Estanbul, İstambol, Dersaadet, Asitane, İstanbul… Ne derseniz deyin. Yalnızca bedenim değil, asıl ruhum aslen bu şehirli. Bir şehirli olmak, yalnızca o şehirde oturuyor olmak mıdır, yoksa o kentin tüm bir geçmişinin bilincine varmak, tüm tarihini sokaklarıyla, yapılarıyla ruhunda duyumsamak, o şehrin farklı uygarlıklarında yaşamış tekmil insanlarla hemşeri, kenttaş olmak mı?

* * *

Mabeyinci Pavlos da İS 6. yüzyılda bugün İstanbul dediğimiz kentte yaşamış bir ozan. Onun şiirlerinden bir seçkiyi Altın Yağmur adlı kitapta bir araya getiren Samih Rifat, Mabeyinci’den söz ederken, benim söylemek istediğime ozansı bir dille açıklık getirmiş:

“Yüzyıllar önce gelip geçmiş İstanbul’dan. Benim bugün deli gibi sevdiğim bu kenti, bu denizi, bu gökyüzünü, bu ışığı tanımış. Boğazın baharda erguvanlarla donandığını, kışın lüferin karaya vurduğunu, lodosla denizin dağlara çıktığını görmüş. O da sevmiş olmalı İstanbul’u – bu olağanüstü kenti sevmemek elde mi? Yaşamış, ölmüş; kemikleri de buralarda bir yerdedir belki. Ve bin beş yüz yıl önceden bugüne ulaşan sesi, onunla paylaştığımı düşündüğüm bu göğün altında, ürpertiyor, heyecanlandırıyor beni.”

Samih Rifat

* * *

Mabeyinci Pavlos’un doğduğumdan beri yaşadığım kentte çağlardır yankılanan sesini Cevat Çapan‘ın ilk kez 1966’da Çan Yayınları’ndan çıkan Çin’den Peru’ya: Dünya Şiirinden Çeviriler (son olarak Sözcükler’den yayımlandı) kitabında duymuştum:

“Dudak dudağa yatıyorduk, / Parmaklarıma dolanıyordu çıplak memeleri / Boynunun gümüş ovasında dörtnalaydı coşkum, / birden: her şey bitti. / Artık yatağına almıyor beni. Yarısını / aşka adamış gövdesinin, / Yarısını usluluğa: arada ölen benim.”

* * *

Samih Rifat’ın yıllar sonra, 1997’de Adam Yayınları’ndan yayımladığı Altın Yağmur, 2018’de Kırmızı Kedi Yayınevi’nce yeniden basılmıştı, Klasikler dizisinden.

* * *

Peki, kimdi bu tuhaf adlı ozan, Mabeyinci Pavlos? Dilerseniz, yine Samih Rifat’tan dinleyelim:

“Mabeyinci Pavlos ya da özgün adıyla Paulos Silentiarios… İlk karşılaşmada insana çok çarpıcı gelen bir san bu ‘Silentiarios’. Sessizliği, suskunluğu sağlayan kişi! ‘Ozan adlarının en güzeli,’ diyor Robert Brasillach, ‘… ama ne yazık ki silentiarios, düpedüz mübaşir demek.’ (…) Ozanımızın kimliği üstüne çok az şey biliyoruz. İS VI. yüzyılda İstanbul’da yaşadığını, İustinianos’un sarayında bir tür mabeyincilik görevi yaptığını söylüyor kaynaklar. İmparatorun huzurunda sessizliği, suskunluğu sağlayan saray görevlilerinin başı; Silentiarios adını da buradan alıyor (…) Bugün (…) seksene yakın epigramma’sı ve iki uzun şiiri var elimizde. Epigramma’ların çoğu aşk şiirleri, bir bölümü mezar yazıtı türünden şiirler, bir bölümüyse betimleme şiirleri…”

Mabeyinci’nin iki uzun şiirinden biri ise Ayasofya’nın yapılışı onuruna yazılan “Ayasofya’nın Betimi”. Kilisenin açılışında halk okunan bu yapıt da Samih Rifat çevirisiyle Kırmızı Kedi’de.

* * *

“Yunan Antologyası”ndan bir seçkiyi Fransızcaya aktaran Brasillach’a bakılırsa, Mabeyinci Pavlos şehveti, kadınları, gizemi, yürekteki hüznün tadını seven bir ozan.

“Danae Masalı” adlı şiirde ünlü söylence, yüzyıllar sonra Rembrandt‘tan Klimt‘e pek çok ressama esin kaynağı olacak Danae’nin öyküsü Mabeyinci’nin dizelerine dökülmüş. Ama aşka gönderilmiş bir gülmece oku da var bu dizelerde:

“Derler ki Zeus, dönüşüp altın bir yağmura / süzülmüş tunç duvarlı odasına Danae’nin / ve çözmüş kızoğlankız güzelin kemerini. / Bana sorarsanız şunu anlatır bu masal: Altın / o evrensel buyurgan, ne tunç duvar dinler, ne zincir, / ne düğüm, ne kilit dayanır parıltısına, / kibirli kaşlar, onu görünce yumuşayıverir. / Danae de böyle vermiş olmalı kendini kurnaz tanrıya. / Bir âşık, altın sunabiliyorsa sevdiğine eğer, / ne gerek Paphos’lu tanrıçaya yakarmasına!”

* * *

“Byzantion’da Bir Ulu Konak” konuşuyor, kendini betimliyor:

“Üç yanımdan güzeller güzeli deniz görünür / ve her yandan gün ışığı vurur duvarlarıma. / Safran örtüleriyle şafak çevremde dolandığında / kamaşır gözleri, yürümek istemez batıya.”

O Ulu Konak kimbilir İstanbul’un neresindeydi? Bir zamanlar bulunduğu yer şimdi hangi semt? Yerinde hangi yapı dikili? Çevresinde dolanırken şafağın gözleri hâlâ kamaşıyor mu?

* * *

“Deniz Kıyısında Bir Bahçe”, Atina’dan gelen bir mimarın Büyükada’da yaptığı bir evi düşürdü aklıma nedense. Çocukluğumun geçtiği evi. Duvarları yosunlu kayıkhaneden eve doğru yükselen bahçeyi:

“Deniz yalıyor temellerini / ve toprağın tekne yüzdürülebilir sırtı, / baştan başa yeşil, yalı korularıyla kaplı. / Ne ustaymış burada karan kişi, / dipsiz derinlikleri toprağa, / yosunları çayıra / ve ırmak perilerinin sularını, / denizkızlarının dalgalarına.”

* * *

“Theodoros Adında Biri İçin”, kısacık bir şiir. Besbelli, eski zamanlardan bir hemşerimizin ardından çığırılmış bir mezar yazıtı:

“İyi huyluydu, cömertti, cana yakındı, / bir oğlu vardı yaşlılıkta desteği. / Burada yatıyor Theodoros şimdi / Yaşamda da ölümde de mutlu olurdu / umut yazgıdan güçlü olabilseydi.”

* * *

Bir memleketlimin bir başka memleketlimden Türkçeleştirdiği Altın Yağmur‘un yapraklarını çevirirken, Samih Rifat’ı yitireli on altı yıl olduğunun ayırdına varıyorum. Birden, Akla Kara ArasıHerakleitos: Bir Kapalı Söz Ustasıyla Buluşma DenemesiAda gibi kitaplarını, Aristoteles‘ten, Kavafis‘ten, Seferis‘ten, Flaubert‘den, Valéry‘den yaptığı çevirileri anımsıyorum. Bin beş yüz yıl öteden Mabeyinci’nin sesi geliyor kulağıma:

“Ölümün yüce sessizliğine daldı Damokharis, / yazık! Musa’nın güzel çalgısı sustu, / yıkıldı gitti sözün kutsal direği…”

Samih Rifat

https://t24.com.tr/yazarlar/celal-uster/iki-memleketlim,40732