İbrahim Yıldırım’ın “Eylülden Sonra” üçlemesinin ikinci kitabı Yaralı Kalmak-General’i Bağışlayın Lütfen, 21 yıl sonra yeniden Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından yayımlandı. Yıldırım, 12 Eylül’ün adını vermeden, dönemin bütün bunaltıcı atmosferini ve sonrasındaki yarı karanlık dünyayı, siyasi geçmişi nedeniyle kaçmak, herkesten saklanmak, hatta adını bile değiştirmek zorunda kalan Müşfik’in özelinde anlatıyor. Yaralı Kalmak’ta, oyunlu kurgusu, imgesel dili aracılığıyla okuyucuyla sıra dışı bir diyalog kuran İbrahim Yıldırım’la ve Müşfik’i, İstanbul’un Aksaray semtindeki Karakuş Birahanesi’ni ve müdavimleri Hubert’i, “E…!”yi, Tatyos’u konuştuk…
‘12 EYLÜL’DE BİR PROFESÖR SAĞCI-SOLCU FARK ETMEZ GENÇ SİYASİLERİ HAPSETMEYİ ÖNERMİŞTİ’
– Yaralı, ruhu kanayan orta yaşlı bir kahramanımız var: Müşfik. “Umarsızlık benim için sürekli olan, aynı zamanda içselleştirdiğim bir edimdir” diyor. Müşfik’e umarsızlık hali niçin bu kadar çöktü, bu pratiği neye borçlu?
Sevgili Mehmet, Yaralı Kalmak’ın anlatıcısı Müşfik, içselleştirilmiş umarsızlık diyerek, öğrenilmiş çaresizlik kavramına benzer bir şeyden söz etmiş olmalı… Günümüzde çokça konuşulan bu kavramın, Yaralı Kalmak’ın yazıldığı dönemde -yani neredeyse yirmi üç yıl önce- kullanıldığını hiç sanmıyorum. Belki gündemdeydi ama ben böyle bir kavramdan habersizdim.
Öğrenilmiş çaresizlik, mobbing ile birlikte yaşamımıza girmiş olabilir; zira her iki kavram da yıldırmak fiiliyle ilintili… Müşfik’in böyle bir cümle kurmasının nedeni ise 12 Mart’ta başlayan, 12 Eylül’de zirve yapan cezalandırma sürecinden kaçmasıdır. Çünkü çaresizlik ya da umarsızlık bu dönemlerde insanların üzerine basa basa öğretiliyordu: Sürgüne gönderilenler, yurt dışına kaçanlar, hapsedilenler, ibret olsun diye idam edilenler, katledilenler; bunlardan ders alın dercesine topluma duyuruluyordu.
12 Eylül’de ruh hekimi bir profesör, genç siyasileri -sağcı solcu fark etmez- 40 yaşlarına kadar hapsetmeyi önermişti, o yaştan sonra eyleme geçecek halleri olmayacağını düşünerek… Kısacası ülkemizde çaresiz kalma pratiğinin, birtakım kişilerin eliyle çeşitli yöntemler kullanılarak öğretildiği söylenebilir.
Öte yandan “hapisçi” ruh hekimlerinin raporlarını sundukları devlet ve darbe başkanının akıl hastanelerindeki hastaların rızası olmadan ameliyat etmenin meşru olduğunu, ameliyattan sonra hastanın memnun olacağını da iddia etmesini hatırladığımda; aklıma insanı ölümden beter edip bitkiye dönüştüren “lobotomi” ve “trepanasyon”dan başka bir şey gelmiyor. Böyle gölgeli, karanlık ortamda umarsızlık, çaresizlik; fiile/edime dönüştürülerek savunma mekanizması olarak kullanılabilir; aletleri ise kaçma, yer değiştirme, başka bir kişinin kimliği ile yaşamak olabilir… Müşfik, işte çaresizliğini yer ve kimlik değiştirerek fiiliyata/edime dönüştüren biri, bir siyasi…
YARA İŞLEMEYE, KANAMAYA DEVAM EDECEK!
– Romanda sevgilisinin ismini hemen her yerde ‘Ah, E…!’ diye haykıran Müşfik Naci Adatepe’ye – darbeden sonra adı değişerek Tahsin Türkyılmaz’a – sürekli “Ah” çektiren ‘E…’! Okurken, her “Ah” çekişte bir yara da okuyucu alıyor. Kahramanınızı terk edip çekip giden ‘E…!’yi biraz anlatır mısınız?
“Ah”, Türkçenin çok yönlü, kullanışlı ünlemlerinden biri: Acı çekerken, umutsuzluk çaresizlik anlarında; aşk, hicran, ayrılık durumlarında o tek hece, çoğu kez kendiliğinden dudaklarımızdan dökülüverir. Kısacası insan; ruhu kanadığında, canı yandığında “Ah” der; Müşfik’in “Ah”ları ise, hem beddua hem yakınma hem pişmanlık hem de intikam içeriyor… Bütün bu “Ah”lara neden olan “E”nin Elif olduğu romanın sonunda açıklanıyor ama o adın Esin, Emel ya da başka bir harfle başlaması hiç fark etmez. Çünkü Müşfik’e “Ah” dedirten aslında bir tür “Seni sevmiyorum, bıktım senden” diyen boğuk, çocuksu kadın sesidir. Bu durumda yara işlemeye, kanamaya devam edecektir.
‘HAYALLER, DÜŞLER YAZIYA DÖKÜLDÜĞÜNDE ZİHİN RAHATLAR!’
– “Yazar, hayal kurmanın büyüsünü bozan kişidir” diyor yazar kahramanımız Müşfik. “Çünkü hayaller, düşler yazıldığında her şey başkalaşır, büyü bozulur.” Fakat Müşfik aynı zamanda yazarak intikam alma peşinde. Yazı edimi ve intikam dürtüsü peşinde yazıya sığınışı Müşfik’e neler yaşatıyor?
Müşfik, yazarak pıhtılaşmakta olan kirli kanı ruhundan uzaklaştırmak istiyor… Yaptığı bir tür yazılı akaçlama, kendini tedavi etme, yaralardan kurtulma eylemi… Aslında isabetle belirttiğin gibi hayaller, düşler yazıya döküldüğünde; zihnin baskı altındaki bölümleri rahatlatılmış olur. Böylece yazıya sığınılarak, beklenmeyen durumlar için bir savunma düzeni de kurulmuş olur. Büyünün bozulmasına ve intikam dürtüsüne yönelik açıklama ise romanda yer alan “Bir şey, bir başka şeyin içinden geçsin, içinden geçtiği şeyi yok etsin” cümlesi ile açıklanabilir, zira içinden geçilen şey yok edildiğinden büyü bozulacak, hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.
HEM MÜŞFİK HEM TAHSİN OLARAK YAŞAMLA DİDİŞMEK!
– Bir bölümde sıklıkla dile getirilen “giyinip sokağa çıkmak” ediminden hareketle sorarsam; Müşfik’in uzun süre sonra ağzından dökülen bu sözcüklerin, edimin derinindeki karşılığını açar mısınız?
Yeni bir kimlik verilerek adı değiştirilen ve yeni durumda uyması gereken örgütsel kurallar hatırlatılan Müşfik, ansızın Tahsin adını almış, yeni kimliğini benimsemek zorunda kalmıştır. Atık o, her iki kişiliğiyle/kimliğiyle birlikte Beyazıt’taki bir otel odasına sığınmak zorunda kalmış, bir anlamda kapatılmış biridir. Zira otel katibi tarafından göz altında tutulmakta, sık sık uyarılmaktadır. Böyle biri için giyinip sokağa çıkmak tabii ki yaşama, insanların arasına karışmaktır.
Romanda dördül kutu diye tanımlanıp sınırları belirtilen odadan ayrılmak büyük çoğunluk gibi olmak isteği olarak da değerlendirilebilir.
Bir yandan da giyinip sokağa çıkmak, eski kimliğini yenisiyle değiştirmesine sebep olanlardan da, değiştirenlerden de bağımsız hareket etmek anlamına gelebilir. Hem Müşfik olarak geçmişle hem de Tahsin olarak şimdiyle hesaplaşmak, yaşamla didişmek -bazı riskler taşısa da- roman kişisine iyi gelecek, nefes aldıracaktır.
İKİ ELLE YAZMAK, İKİ HAKİKATLİ OLMAK…
– Aşk, dostluk, hümanizm, daha iyi bir gelecek ülküsü, savaşın karanlığına isyan… Müşfik’i tanımlarken başka neler ekler, tanımlarken başka hangi özelliklerini vurgulamak istersiniz?
Beyazıt’ta bir otel odasına yerleşen/kapanan Müşfik, çift kimlikli bir kişidir. Böyle olduğundan kimi zaman kendinden birinci çoğul şahıs olarak söz eder; yazarken hem sol, hem sağ elini kullanır. Dolayısıyla okunaklı- okunaksız diye de tanımlanabilecek iki ayrı yazı stili vardır. Sol eliyle yazdıkları konusunda okuru geri dönüp tekrar okuması için sürekli uyarır. Böyle olmasına karşın o çift kimliğini harmanlamak zorundadır. Bu durumu şöyle de açıklayabilirim: Müşfik, ikili bir hakikat içinde debelenen biridir. Müşfik adı onun geçmişidir, Tahsin ise darbenin koşulları dolayısıyla verilen güncel kimliğidir. Öte yandan Müşfik ya da Tahsin her ikisi de felsefe okumuştur, her ikisi de E’ye aşık olmuş, E tarafından terkedilmiştir. Her ikisinin de babaları ile sorunları vardır.
– 80 darbesi sonrası başlayan ve 90’lara uzanan romanınızda, sadece kahramanlarınız bağlamında değil genel toplum bağlamında sorarsam; “eski” Türkiye’yi ve insanlarını nasıl resmettiğinizi burada da paylaşır mısınız okuyucularla?
Sözünü ettiğin on yıllık o süreci daha da geriye gidip 68 olayları ile başlatırsak, 12 Eylül’de gelinen noktayı ve sonrasını -sanırım- daha iyi kavrayabiliriz. Bence 12 Eylül ile başlayan dönemi; 1971’deki 12 Mart Darbesi’ni, dünyadaki öğrenci hareketlerini, Fransa’da Jean Paul Sartre’ın, ABD üniversitelerinde Marcuse’un etkilerini aklımıza getirerek değerlendirmek daha verimli olur. Hatta Daniel Cohn Bendit’i, Guevera’nın 1967’de öldürülmesini, Vietnam Savaşı’nı da hatırlamalıyız. Böyle düşünüyorum çünkü Türkiye 80 darbesine az önce bazı mütemmimlerini ve müessirlerini sıraladığım gelişmelerle ve 12 Mart 1971’den yani bir önceki darbenin gölgesiyle gelmişti.
‘PASAJLAR BATILI, AKSARAY MEYHANELERİ DOĞULUYDU!’
Hiç unutmuyor ve sık sık söz ediyorum: 13 Mart 1971 günü İstanbul Üniversitesi’nin ön cephesine asılan devasa öğrenci bez afişinde darbenin amaç değil, araç olduğu duyurulmuştu. Bir anlamda darbe delikanlıca olumlanıyordu. Bez afişteki bu söz aynı zamanda Cumhuriyetin ilk yıllarında devreye girip devreden kısa süre devre dışı bırakılan Kadro Hareketi’nin 1930’lu yıllardaki mottosuydu: İhtilal, inkılâbın gayesi değil, vasıtasıdır… Ama bilindiği gibi, ihtilal çok geçmeden Kadro’yu dağıtmıştı.
12 Mart’ın amacı ise çok geçmeden balyoz harekatı denilen araçla gerçekleştirildi: İdamlar, infazlar, tutuklamalar, sürgünler… İşte 12 Eylül’e böyle süreci yedeğine alarak gelinmişti…
Hayır idam edilenlerden hapsedilenlerden, delirenlerden söz etmek istemiyorum. Dolayısıyla sıradan gündelik hayata yapılan bir iki müdahaleye dikkat çekeceğim: Yaralı Kalmak’ta sık sık adı geçen Havuzlu Meyhaneler, Aksaray’da Vatan Caddesi’nin hemen girişinde yeraltı metro istasyonun bulunduğu alandaydı. Beyoğlu’ndaki Çiçek Pasajı’nın Aksaray’daki karşılığı olan bu mekân, Anadolu’nun havuzlu lokantaları- meyhaneleri geleneğini sürdürüyordu. Pasaj batılıydı Ama Aksaray meyhaneleri doğuluydu. Burası 12 Eylül döneminde sıkıyönetim emriyle bir gece içinde yerle bir edildi.
Bir başka tuhaf gelişme ise sıkıyönetim komutanlığının açıkta çiçek satışını yasaklamasıydı. Yasak kalktığında ise çiçek satan “Romanlar” halk oyunları giysileri giymek zorunda kalmış; turistik olmuşlardı.
Darbe yönetiminin belediye başkanının en önemli icraatı İstanbul’u çirkin üst geçitlerle donatmasıydı. Yıllarca onlardan kurtulmayı bekledik.
‘12 EYLÜL SONRASININ TOPLUMSAL YAŞAMI ARAŞTIRILMALI’
Darbe sonrası ilk sivil belediye başkanı ise Tarlabaşı’nı, daha doğrusu çoğu tarihi binayı istimlak etmekle işe başlamıştı. Böyle bir yıkımın bir gayesi trafiği rahatlatmak, diğeri ise uyuşturucu ve fuhuşu önlemekti: Tam tersi oldu; uyuşturucu ve fuhuş Tarlabaşı’nın yeraltı canlıları, kedileri ve köpekleri ile birlikte bütün şehre yayıldı, böylece belediyenin itlaf ekipleri göreve başladı. 1987 yılının ocak ayında bir gazete -1986’nın yalnızca Aralık ayında- 900 köpeğin, 200 kedinin katledildiğini duyurmuştu.
Bu konulara üçlemenin üçüncü romanı olan Bıçkın ve Orta Halli’de ayrıntılı değindiğimden, daha fazla uzatmıyor; darbe romanlarına eğilen akademisyenlerin, hapishane koğuşlarını, işkence odalarını, hücre evlerini -tabii ki unutmadan- hiç olmazsa biraz da darbe sonrası toplumsal yaşamı araştırmalarını diliyorum.
“ARABİ” YAŞAMA GEÇİŞ!
– Müşfik, “giyinip sokağa çıktığı” gün, kaldığı otelden atıldıktan sonra bir süre çalıştığı ve yaşadığı Karakuş Birahanesi’ne gidiyor. Karakuş Birahanesi’nin ve müdavimlerinin hikâyede önemli bir yeri var. Bunu anlatır mısınız?
Sevgili Mehmet sen de bilirsin; Ece Ayhan, Anadolu’dan gelenler için Sirkeci’yi Başkent ilan etmişti. Ancak bu statü 1970’lerden itibaren değişti, Sirkeci yerini Aksaray’a bıraktı. Bugün ise Aksaray Türkiye’nin değil dünyanın başkentidir. Bu süreç 12 Eylül’ün hemen sonrasında Laleli merkezli “Bavul Ticareti” ile hız kazanmıştır…
70’lerden önce Aksaray; sinemalarıyla, pastaneleriyle, lokantalarıyla sakin, efendi bir semtti. Anayoldan içerilere doğru yüründüğünde çok sayıda otomobil yedek parçacılarına, muhasebe bürolarına ve tek tük banka şubesine rastlanırdı. 1970’lerde yabancı bira markalarının Türkiye’de üretilmeye başlamasıyla, Aksaray’da birahane sayıları çoğaldıkça çoğaldı; birahaneler giderek ara sokaklara sızdı.
70’ lerde, 80’ lerde en yeni arabesk şarkılar önce burada çalınır, bu şarkıları çalan minibüsler Aksaray’dan şehrin diğer semtlerine yolcu taşır, oralardan başkente yolcu getirirdi. Kısacası Aksaray’da batılı biralar içilip doğulu sarhoşluklar yaşanıyordu. İç göç neredeyse tamamlanmış ister istemez çiftetelli, bozlak esintili “Arabi” denilebilecek bir yaşama adım atmıştık.
Başkent Aksaray’da meşveret mekânları birahanelerdi… Gözlemlemiştim: Her birahanenin hem müdavimleri hem de ihvanları vardı. İhvandan olanlar dayanışma içindeydiler, örneğin Müşfik, Tatyos, General ve romanda adı geçen birkaç kişi Karakuş Birahanesi’nin ihvanıydı. Müdavimler banka şubesi memurları, oto yedek parçacılar, Beyazıt’tan, Çarşıkapı’dan, Laleli’den, Kapalıçarşı’dan gelen esnaftı. Onlar benim gibi olan bitenin tanıkları, gözlemcileriydi. Karakuş’un ihvanı ise yeraltından çıkıp gelirdi, acıyı onlar çeker, pişmanlığı onlar yaşar, tepkiyi onlar gösterir, başları belaya girenler de onlardı.
BİR TÜR BELLEK YİTİMİ, US YARILMASI!
– Müşfik’in ruh sağlığını kaybettiği, tedavi gördüğü bir süreç var fakat biz okuyucular bu süreci çok da bilmiyoruz. 1981-1984 arası olduğunu ifade ediyorsunuz romanda ve sadece uzun, beyaz bir koridor koyuyorsunuz önümüze. Uzun ve beyaz bir koridor, okuyucuya neyi anlatmalı / anımsatmalı?
Uzun beyaz koridor, kaybolmayı anlatıyor. Müşfik’ken Tahsin olan daha sonra ise General diye anılan kişinin görevini üstlenen roman kahramanının metaforik bir mekânda kaybolmasına işaret ediyor. Bazı okurlar, hastane beyazı olan o koridorda ilaç kokuları arasında volta atan Müşfik’i hayallerinde tabii ki canlandırabilir… Tıbben bir açıklama yapmak haddim değil ama uzun beyaz koridor diyerek bir tür bellek yitiminden, us yarılmasından da söz etmiş olabilirim…
– Roman daha çok Müşfik’in üzerinden ilerlese de zaman zaman General diye andığı “meczup” Alman Hubert de hayli baskın bir karakter. Savaşta, toplama kamplarında asker olan Hubert’le Müşfik birbirleriyle özdeşleşiyor adeta. Çünkü…?
Sevgili Mehmet, Yaralı Kalmak 21 yıl sonra yeniden yayımlanırken girişe küçük bir not ekleyip romanın asıl adının General’i Bağışlayın Lütfen olduğunu duyurdum. Çünkü 2001’de ve daha sonraki baskıda bu ad çeşitli nedenlerden dolayı kullanılamamıştı.
Son baskıda ise ikinci bir ad olarak değerlendirildi: General adı İkinci Dünya Savaşı’nda Nazi askeri olan Hubert’e bir yılbaşı gecesi Karakuş Birahanesi’nde konmuş ve senin belirttiğin gibi Müşfik, General ile özdeşleşmişti… “Çünkü” diye yarım bıraktığın cümleyi ise anlamları birbirine çok yakın iki sözcüğü hatırlatarak yanıtlayacağım: Dönüşüm ya da halden hale geçmenin karşılığı olan tahavvül!
HAPİSHANE KOĞUŞLARINDAN ÖĞRENİLMİŞ KAÇMA YÖNTEMİ!
– Karakuş Birahane’sinin sahibi Cavit. Yaralı, yıkılmış, dağılmış karakterleri çatısının altında toplayan, iş veren, aş veren babacan bir kişi. Müşfik tüm sırlarını görül rahatlığıyla Cavit’le sorgusuz sualsiz paylaşıyor. 80 darbesinin izlerinin sürdüğü, sıkıyönetimin devam ettiği bir süreçte hem de.. Bu güvenin kaynağı nedir, Cavit tekin midir, dost mudur, değil midir? Tatyos var bir de. “Tatyos nasıl aklında kaldı” diye sorarsanız bana, “He ya” demekten başka her gün bir bira karşılığında çalışan bir berduş derim. Tatyos’un “He ya”sının altında ne yatıyor?
Cavit, belki de İbrahim Yıldırım’a Müşfik’in yazdıklarını getiren kişidir. Böyle adamlara her dönemde az da olsa rastlanır, mahalle kültürünün yetiştirdiği yaşları ne olursa olsun “abi”lerdir onlar…
Tatyos’un “He ya”sı da bir tür savunma mekanizmasıdır: Karşısındakini olumlayarak “Sen haklısın”, “Nasıl istersen”, “Sen bilirsin”, “Tamam öyle olsun” demektir. Sokaktan, hapishane koğuşlarından öğrenilmiş bir tür kaçma yöntemidir.
ORTAK NOKTA 12 EYLÜL TRAVMALARINI HATIRLATMAK!
– Yapıtlarınızda sıklıkla işlediğiniz montaj tekniği Yaralı Kalmak’ta da karşımıza çıkıyor. Müşfik, “Not: Benim pikabımda saatlerdir Parsifal çalıyor: bitiyor yeniden başa alıyorum… Biliyor musun yazının ruhu için katlanıyorum Wagner’e… Not: okuyucu, galiba en iyisi biraz ara vermek! Lütfen Parsifal’i ihmal etme!…” diye sesleniyor okuyucuya. Romanınızın kurgusuna Richard Wagner’in Parsifal adlı operasını ekleme düşüncesi nereden geldi? Niçin Parsifal?
Diyalojiyi ve brikolajı Eylül’den Sonra’nın üç romanında da uygulamaya çalıştım…
Brikolaj, eski şeylerden, buluntulardan ya da Yaralı Kalmak’ta olduğu gibi biri tarafından getirilen paketten çıkan defterlerden yeni bir anlam oluşturma çalışması olarak da tanımlanabilir. Bu bağlamda “Biliyor musun, yazının ruhu için katlanıyorum Wagner’e” cümlesi; hem yazara hem de okura, romanın bütünsel amacını kavraması için bir kolaj parçası olarak yardımcı olacaktır.
Şöyle ki, Wagner’in Parsifal Operası, Kutsal Kâse’nin peşindeki Parsifal adlı şövalyenin öyküsüdür. Kutsal Kâse bilindiği gibi çarmıhtayken Hazreti İsa’ya saplanan mızrağın akaçladığı kanın toplandığı kaptır. Hitler, hem Wagner ve Parsifal hayranıydı hem de Kutsal Kâse’nin peşindeydi. Führer, hem bir ortaçağ şövalyesi Parsifal olarak hem de kutsal mızraklı bir Nazi olarak resmedilmişti…
– Yaralı Kalmak için betimlemeleri bol, metaforik ve psikolojik düzlemde gelişen bir kurguda iç monologların ve teatral çehrede kafa kafaya kimi yerde kontra gelişen yalın diyalogların yoğunluğunu artırdığınız bir yapıtınız demek yanlış olmaz sanırım. Ne der yazarı?
Yaralı Kalmak, Eylül’den sonra üçlemesinin ikinci romanı… Üçleme Bıçkın ve Orta Halli ile üçüncü kez tamamlanmış olacak… Üçleme diyorum ama onların her biri bağımsız metinlerdir. Ortak noktaları 12 Eylül sonrasında bireysel ve toplumsal travmaları hatırlatmak üzere yazılmış olmalarıdır…
Sevgili Mehmet, ben daima yeni bir şeyler yapmak üzere yola çıktım, başarıp başarmadığıma zaman karar verecek fakat yazdıklarımın, ürettiklerimin beni tatmin ettiğini söyleyebilirim…
Yaralı Kalmak, üçlemenin diğer iki romanı gibi “unique” bir çalışma… Söylediğin gibi metaforik yaklaşımlar, psikolojik göndermeler dikkat çekiyor, sevimli tuzaklar ve kontra hamleler de söz konusu…
Bütün yazarlar gibi benim de benimsediğim bazı sav sözlerim var: Örneğin “Yeni Roman”ın teorisyenlerinden Jean Ricadou’nun şu saptamasına önem veririm: Roman artık bir serüvenin yazılması değil, bir yazının serüvenidir.
– Yeni projelerinizi sorarak bitirelim söyleşimizi.
Bir süredir daha kısa romanlar yazmaya ağırlık verdim. Bunlar birkaç tane olacak; biri bitti, ikincisi ise tamamlanmak üzere…
Bu arada Varlık dergisinde Düzyazı Günlüğü’ne ve Çok Özel Eserler sözlüğü, aralıklarla devam ediyor. Kitap-lık dergisinden yazı talebi geldiğinde olumlu yanıt veriyor; denemelerimi derleyip toplamaya, kıyıda köşede kalmış öykülerime, yazılarıma ulaşmaya çalışıyorum…