Görünmez olsaydınız ilk ne yapardınız? Yani kimse sizi görmese ama siz herkesi görebilseniz? Aklınıza uçuk kaçık bir sürü hikâye gelebilir bu soru karşısında. Saramago’da “Körlük” romanında bu soruyu sormuş ama o biraz farklı bir hikâyeyle cevap vermiş. Distopik, daha doğrusu kakotopik bir başyapıt çıkmış ortaya. Ve bu romanıyla Jose Saramago, 1998 yılında aldığı “Nobel Edebiyat Ödülü”nü bence de fazlasıyla hak etmiş.
Romanda, nedeni bilinmeyen bir hastalık zamanla insanlar arasında yayılmaya başlar. “Beyaz körlük” adı verilen bu hastalığa yakalanan insanlar, görme yetilerini kaybederler fakat karanlık bir körlük değildir bu, süt beyaz bir parlaklık vardır sadece. Yetkililer, hastalığın yayılmasını önlemek amacıyla, ilk başta sayıları az olan hastaları bir akıl hastanesinde karantinaya alırlar ve onların bütün ihtiyaçlarını da dışarıdan, askerler aracılığıyla karşılarlar. Ama zamanla işler çığırından çıkar, beyaz körlük herkes bulaşır. Böylece bildiğimiz dünya yok olmuş, geriye sadece körlerin dünya kalmıştır. Ama bu dünyada bir istisna vardır; “doktorun karısı”. O, olan biten her şeye, tüm vahşetiyle şahit olmaktadır.
Roman, sadece bu kısa özetindeki metaforlar üzerinden bile, Baudrillard’ın “neden her şey hala yok olup gitmedi?” sorusundan, Platon’un “mağarası”na, Freud’un “uygarlık” tasavvurundan, doğu-batı arasındaki “umut” kavramının farklılıklarına kadar geniş bir tartışma zemini oluşturmaktadır. Kaldı ki Saramago’nun imla kurallarını kullanmamasından ve karakterlere isim vermemesinden yola çıkarak ideoloji ve sanatın, biçim ve içerik üzerinden bütünleşmesine henüz girmiyorum bile.
İlk olarak, “körlük” kavramını tartışmakta fayda var. Çünkü bu kavram hem romanın ana omurgasını oluşturmakta hem de “beyaz körlük” olarak kullanılarak hikâyeyi gerçek dünyadan koparan bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Normalde körlük, görme işlevinin gerçekleştirilememesi olarak tanımlanabilmektedir. Yani beynin görmeyle ilgili kısımlarının belirli sebeplerden dolayı işlevini yerine getirememesi, ışığı algılayamaması durumudur. Fakat Saramago körlüğü bembeyaz bir hale çevirerek, dünyaya gözleri kapalı olarak değil de, gözleri tamamen açık bir körlük tasvir etmeye çalışmaktadır. Dünyanın bütün ışığını alan ama tam da bunun için dünyanın hakikatini göremeyen, kör bir toplum ortaya çıkmaktadır. Ve bu tanım “modern toplum” kavramını ne de güzel karşılamaktadır.
Zaman hızlanmasıyla insan, o kadar yoğun bir anlam, bilgi, veri, gösterge akışını maruz kalmaktadır ki, karşısındaki “şey”in hakikatiyle bağlantısını tamamen kaybetmektedir. Bu “şey” ister bir nesne olsun, ister bir duygu, ister bir kavram, artık birçok anlamın, bilginin, göstergenin ve kakofoninin arasında yok olup gitmiş, geriye sadece bir takım zanlar kalmıştır. Baudrillard’da bu simülasyon dünyasında, “şeylerin hakikatinin” bir daha asla bulamayacak şekilde ortadan kaybolduğunu iddia etmektedir (Baudrillard,2019,S:13). Hatta tam hakikati yakaladığımızı, kavradığımızı düşündüğümüz anda, o hakikati tanımlamaya veya anlamlandırmaya çalıştığımız her bir gösterge aynı zamanda birçok farklı “şey”i de temsil etmekte ve hakikat, mitolojik bir kahraman gibi, yeniden karanlığa geri dönmektir. Saramago’da romanda oluşturduğu dünyada, Baudrillard’ın “Neden her şey hala yok olup gitmedi?” kitabındaki sorularına benzer olarak, her şeyi bembeyaz bir körlüğün arkasına atmış ve paranın, kıyafetlerin, isimlerin, evliliğin, ahlakın ve diğerlerinin hiçbir anlamının kalmadığı, her şeyin yok olup gittiği bu dünyada insanı tasvir etmiştir. Saramago bu yok oluş hikâyesinde, Baudrillard’ın kayıtsız yok oluşundan öte, daha nihilist bir dünyanın ortaya çıkışını ve bir uygarlığın çöküşünü resmetmiştir.
Yazar tam bu noktada, Freud’un “uygarlık” düşüncesine de ince bir çizgide temas etmektedir. “Bir Yanılsamanın Geleceği” kitabında Freud “uygarlığı”, insanı hayvansal katmandan ayıran yasaklayıcı ve engelleyici bir kurallar birliği şeklinde tanımlamıştır (Freud, 2016, 4). İnsan toplulukları bu kuralları geliştirmek ve uygulamak için belli iktidar araçları geliştirmiştir. Böylece işbirliğine dayalı zenginlik ve mülkiyet kavramlarına bir düzen vermiştir. Fakat romanında da gösterildiği gibi, insanı hayvandan ayıran uygarlığı, kuralları veya sistemleri ortadan kaldırdığımız zaman, geriye koca bir “hayvan” topluluğu kalmaktadır.
Bu tabiri duyduğumuzda, biz Müslümanların kulaklarında hemen A’raf suresi 179. Ayetindeki “hayvandan daha aşağı” tanımı çınlamaktadır. Ayeti kerimede de tasvir edilen “hayvandan daha aşağı” olan insan, kalbi olup da kavrayamayan, gözleri olup da göremeyen, kulakları olup da işitemeyen insanlardır. Hakikate ulaşma yollarını kaybetmişlerdir, böylece yeryüzünde debelenip dururlar. Saramago bu ayeti muhtemelen hiç duymadı, orasını bilemeyiz, lakin romanında yazdığı dünya sanki biraz böyle bir dünyadır. Ama tabi ki Saramago, hikâyesini dini bir çerçeveden anlatmamaktadır. Hatta romanın sonlarına doğru, kilisede yaşanan olayların anlatıldığı bölüme bakacak olursak Saramago’nun nereye konumlandığını daha iyi sorgulayabiliriz. Söz konusu bölümde, kilisedeki bütün ikonaların gözleri beyaz bezle bağlanmış veya beyaz boyayla boyanmıştır. Bu durumu yorumlayan roman karakterlerimiz, bu eylemin dini açıdan büyük bir günah, insani açıdansa son derece insancıl olduğunu söylemektedirler. Karakterlere göre, bu ikonalara anlamı, onlara bakan insanlar vermektedir ve artık insanlar onlara bakamıyorlarsa bu ikonaların temsil ettiklerinin hiçbir anlamı kalmamıştır. Artık Tanrının da kendi yarattıklarını görmeye hakkı yoktur. Saramago’nun, karakterlerin ağızından bu düşünceleri söylemesine ve bu söylemlere cevap vermemesine bakarak kendi görüşünün de bu yönde olduğunu düşünebiliriz. Öte yandan “körlük” için kullanılan genel tanımlardan birisi de “karanlığı ışıktan ayır edememe” 1 durumudur. Bu tanım özellikle Hristiyanlık için önemlidir. Çünkü Sistine Şapelinin tavanına 1512 yılında Michelangelo tarafından yapılan süslemede tasvir edilen ve Yaradılış kitabının 4. Ayetinde geçen “ilk gün” tarifi, bu tanımla yapılmaktadır; “Tanrı gördü ışığın iyi olduğunu ve ışığı karanlıktan ayırdığını söyledi” 2. Böylece romandaki ikonoklast eylemin, İncil’deki bu bölüme de bir atıf içerdiğini düşünebiliriz. Öyleyse Saramago’nun bu romandaki anlatısını nereye oturtabiliriz?
Körler ve fil hikâyesini bilenleriniz vardır. Körler, fil diye bir şeyin olduğunu duymuşlar ama onu hiç görmemişlerdir. Bir gün şehre fil gelir ve herkes ona dokunarak onu tanımaya çalışır. Dişine dokunan onu bir mızrak gibi tarif eder, hortumuna dokunan onu yılana benzetir, bacağına dokunan içinse fil bir ağaç gibidir. Hiç kimse onun hakikatini kavrayamaz. Tıpkı Platon’un mağarasındaki gibi. Mağaradaki herkes sadece duvardaki gölgeleri görür ve onları gerçek olarak bilir, dışarıdaki hakikatten haberleri yoktur. Ama birisi, bir şekilde o mağaradan çıkar ve gözleri kamaştıran hakikati görür. O kişinin görevi artık, kimse kendisine inanmamasını da göze alarak, insanlara hakikati anlatmaktır. Platon’a göre o gözleri kamaşmış kişiler filozoflardır. Romana baktığımız zaman bu görevi “doktorun karısı” karakterine verildiğini düşünebiliriz. Fakat “doktorun karısı” olaylara sadece seyirci olarak katılmakta ve mümkün olduğunca az müdahale eder. Körlere, dokundukları filin hakikatini anlatmaz. Çünkü hiçbir şeyi değiştirmeye gücünün yetmeyeceğine, hatta güçlü olan kişilerin kendisini bir köle olarak kullanmak isteyeceklerine inanır. Bundan dolayı sadece onların haline acır, kavgalarını izler ve olanları bizlere aktarır. Yani bir filozoftan ziyade bir anlatıcıdır. Öte yandan, tüm bu hikâyeyi bize anlatan ve Platon’un mağarasındaki filozof figürü olan kişi, Saramago’nun kendisi olarak düşünülebilir. “Doktorun karısının” kısmi eylemsizliğine karşın Saramago, bu romanı yazarak ve çarpıcı sahneler kurgulayarak okurlarının “gözlerini açmakta” ve batı uygarlığının hakikatinin kötücül bir simülasyon, umutsuz bir yanılsama olduğunu kalemiyle haykırmaktadır.
Burada umutsuzluğun altını çizmek gerekmektedir. Çünkü doğu ile batı arasındaki en derin farklardan birisi “umut” kavramıdır. Saramago, her ne kadar karşı da çıksa, itiraz da etse batı kültürü içerisinde yetişmiş birisidir. Batı Hristiyan kültüründe insan, dünyaya atılmış, fırlatılmış, dünyada terk edilmiş, asli günahtan dolayı doğuştan günahkâr bir yaratıktır. Üzerinde, tanrının elçisi olan kilise olmadığı zaman yapayalnızdır. Özellikle aydınlanma döneminden sonra kiliseye karşı duruşla birlikte bu yalnızlık, “tanrı öldü” sözüyle kabullenilmiştir. Bununla birlikte, üzerinde herhangi bir dünyevi otoritenin de olmadığını düşündüğünde insan, umutsuzca, tüm pislikleri ve vahşeti sergileyebilmektedir. Freud’un bir “yanılsama” olarak tarif ettiği “uygarlık” ortadan kalkmakta ve insanın hayvandan farkı kalmamaktadır. Oysa Hristiyanlıktaki “asli günah” kavramının karşısında, İslam’daki “tövbe” kavramı umudun kapanmayan kapısını temsil etmektedir –ki Hz Adem’in tövbesi kabul edilmiş ve bir peygamber olarak dünyaya gönderilmiştir. Yani insan dünyaya atılmamış ve yapayalnız bırakılmamıştır. Tarık suresi 4. Ayetinde “Hiç kimse yoktur ki, başında bir gözetleyeni bulunmasın” denmekte, kendisini hiç kimsenin görmediğini düşündüğü yerde ve zamanda bile insan umutlu bir şekilde daha iyi, daha erdemli olmaya yönlendirilmektedir. Böylece “uygarlık” kavramının, her insanın içine, varoluşsal bir zorunluluk olarak yerleştirildiği anlaşılmaktadır.
Sonuç olarak, Saramago “Körlük” romanında, içinde doğduğu, büyüdüğü, yetiştiği batı uygarlığını sorgulamakta ve yaşadığımız çağın bütün kokuşmuşluğunu gözler önüne sermektedir. Buna karşılık bizim yapmamız gereken şey de sanırım, yukarıda tartıştığımız bütün farklılıklar ışığında şu sorunun cevabını aramak olmalıdır; “hâlihazırda aynı hastalıktan mustarip olan bizler, varoluşsal bir zorunluluk olarak yaşamamız gereken uygarlığımıza karşı ne kadar körüz?”