Edebiyattan hayatın her alanına…: Alacakaranlıkta Karnaval / Korkut Akın

Yazmanın bir terapi hatta tedavi olduğuna ben de inanıyorum; tabii, okumayı unutmamalı. Kitabın yerini ne sinema tutuyor ne televizyon; kitabın açtığı ufuktan yola çıkan yönetmenin duygularının yolundan yürümek zorundasınız bir filmde. Oysa kitapla kendi yolunuzu çiziyorsunuz.

Alacakaranlıkta Karnaval
İbrahim Yıldırım ile Uzun Bir Peşrev
Rıza Kıraç  
Nehir Söyleşi
Kırmızı Kedi Yayınevi, 2021, 279 s.

Bazı kitaplar vardır, elinize aldığınızda sizi içine çeker ve okursunuz. Beyninizin içini saymazsanız (bu sıralarda moda ya, “son birkaç ayı saymadığımızda ekonomimiz çok iyi” gibi) hiçbir şey değişmemiştir. İlk anda, kendi kendinize sorarsınız: Ne oldu? Kavanozu salladığınızda içindeki taneler yerleşince yer açılır ya, tam da öyle, bir anda sökün eder okuduklarınızın yansıması.

Geçen hafta, Selçuk Altun’un Kitap İçin -5-‘inden sonra, diliyle tavrıyla, yaklaşımıyla aynı duyarlıktaki bir başka yazarın nehir söyleşisine başladım. İbrahim Yıldırım ile konuşan Rıza Kıraç, öylesine incelikli sormuş, öylesine geniş ve derinlikli yanıtlar almış ve söyleşi öylesine yayılmış ki, günümüzün sorunlarını da (edebiyat üzerinden) kavramak için gerçekten gerekli, gerekli olduğu kadar zorunlu bir kitap çıkmış ortaya.

47 yıl önce edebiyat dergilerinde imzasına rastlamaya başladığımız İbrahim Yıldırım, aşırıya kaçmadan, sakin ama alabildiğine temkinli ve sistemli geliştirerek kendisini, ödüller de kazanmış yazdıklarıyla. Dikkatli okurun gözünden kaçmayan Yıldırım’ın, edebiyat dilini oluşturduğu gibi oturtmuş olduğunu okurları da kabul ediyor. Şimdi siz de bu nehir söyleşinin ardından İbrahim Yıldırım kitaplarının peşine düşeceksiniz, eminim. Rahat bir dili var ve “şeytanın ayrıntıda gizli” olduğunun ayırdında, fener tutuyor yolunuza: Estetik, güçlü ve farklı.

Güzel romanlar da bitmez…

Edip Cansever soruyor: “Bir şarkı ne zaman güzel değildir” kendisi yanıtlıyor: “Sonu olduğu zaman, sonu yoktur güzel şarkıların”… Rıza Kıraç, bir filmde izlediği bir editörün, ‘bir yazarın kitabını bitirdiğine ikna olduğunu görmedim’ sözünü aktarıyor. Anlatan da katılıyor buna. Sahi size de öyle gelmiyor mu? Dönüp bir daha okumak, izlemek, bakmak, hatta konuşmak ihtiyacı duymuyor musunuz? Yazarının tedirgin, kuşkucu, kaygılı olmamasını yapıtın görkemiyle ilişkilendiriyor.

Bu biz okurlar için de bir ipucu… Bir kitabı (film de olabilir, sanatın diğer alanlarındaki yapıtlar da) o tedirginliklerin yücelttiğini söyleyebiliriz. İbrahim Yıldırım, çok güzel anlatıyor: “Roman artık bir serüvenin yazılması değil, bir yazının serüvenidir.” Bu serüvenin dolambaçlı, engebeli ve engelli yolunda bir dil tutturmak ve onu “imza” gibi benimsemek zorundasınız. Okur, daha ilk cümleden, hatta kapaktan bile sizi görüp hemen almalı kitabı. Yazarın ustalığı da buradan geliyor zaten, bütün bilgileri anlatının içine yedirebilmesiyle… Öyle bakınca da “Bazı kesimler için kolay okunuyor, su gibi akıyor cümlesi, belki eleştiri anlamına geliyordur, kim bilir.” Demek ki, benimsediği bir yöntemi uyguluyor Yıldırım. Ancak neyi, niye ve ne kadar benimseyip de uyguladığını hap niyetine vermeyecek denli de usta. Bütün söyleşiye yaymış mesajını. Okurun süzüp, dilediği kadarını almasını istiyor besbelli.

Savruk hatta pasaklı edebiyat ortamı…

Yazmanın bir terapi hatta tedavi olduğuna ben de inanıyorum; tabii, okumayı unutmamalı. Kitabın yerini ne sinema tutuyor ne televizyon; kitabın açtığı ufuktan yola çıkan yönetmenin duygularının yolundan yürümek zorundasınız bir filmde. Oysa kitapla kendi yolunuzu çiziyorsunuz.

“Üstü yağmur, altı çamur” olunca her şeyin hem karışık hem buruşuk hem de çözümsüzlük taşıdığını ifade ediyor Yıldırım. Demek ki dil, plastik bir şey; Türkçenin düşünme yapımızı belirleyici bir gücü olduğunu, ama bugüne dek hemen hiçbir egemen erk sahibinin bu gücü kullanmamızı istemediğini vurgulamak gerekir.

Dili keskin demek mümkün değil İbrahim Yıldırım’ın, ama dilinin kemiği olmadığını da söylemek zorunluluk… Açık, şeffaf ve anlaşılabilir bir şekilde anlatıyor. “Ee, peki ne olmuş” diye sorduğunuzu görür gibiyim. Çünkü o soruyu ben de soruyorum kendime tam da bu an. Rıza Kıraç ile İbrahim Yıldırım’ın nehir söyleşisi çok bilgi yüklü, asıl önemlisi bundan sonra okuyacağınız, izleyeceğiniz, seyredeceğiniz (iki sözcük de aynı gibi sanki ama anlam yükleri farklı; tıpkı yürek ile kalp gibi) bütün plastik sanatları yorumlamanız için bir rehber niteliğinde…

https://siyasihaber9.org/edebiyattan-hayatin-her-alanina-alacakaranlikta-karnaval/