Şostakoviç – Elli Yıl Sonra, Bilsay Kuruç,
Kırmızı Kedi Yayınevi, 2025
Müzik tarihine entelektüel bir müdahale: Şostakoviç

Bilsay Kuruç’un kaleme aldığı ve Kırmızı Kedi Yayınları tarafından yayımlanan Şostakoviç – Elli Yıl Sonra kitabı, Türkiye’de uzun süredir eksikliği hissedilen bir entelektüel cesaretin, derinlikli bir kültür bilincinin ve disiplinler arası düşünme yeteneğinin nadir bir örneğidir. Bu kapsamlı çalışma büyük bir bestecinin portresini çizmekle kalmaz; aynı zamanda yirminci yüzyılın insanını, dramını, aydınlanma arayışını ve kültürel çatışmalarını müzik üzerinden yeniden düşünmeye çağırır. Kuruç’un kendisini bir müzikolog olarak değil, “yirminci yüzyıl dinleyicisi” olarak konumlandırması ise metni akademik bir incelemeden çıkarıp samimi bir düşünce yolculuğuna dönüştürür; çünkü dinleyici olmayı, müzikle kurulan bireysel ilişkinin ötesine taşıyarak kolektif bir kültürel emek olarak görür. Şostakoviç – Elli Yıl Sonra, okura yalnızca bilgi vermez; onu müziğin iç ritmine, çağların sesine, kırılmaların titreşimine davet eder. Bu sebeple, Kuruç’un çalışması, Türkiye’de müziği bir düşünme biçimi olarak ele alan ender metinlerden biri olma özelliğini taşır.

Kitabın en çarpıcı yanlarından biri, Şostakoviç’in müziğini ele alırken onu yalnızca estetik bir üretim olarak değil, tarihle, siyasetle, insan psikolojisiyle, kültürel belleğin katmanlarıyla ilişkili bütünlüklü bir fenomen olarak değerlendirmesidir. Kuruç, Şostakoviç’in 1920’lerdeki biçimlenişini anlatırken dönemin Sovyetler Birliği’ni bir laboratuvar gibi önümüze serer: NEP yılları, Moskova-Leningrad hattındaki kültürel rekabet, avangardın yükselişi, absürdün edebiyattan müziğe taşınışı, Gogol’ün mirası, Dostoyevski’nin “uçuklar kenti” Petersburg’u… Tüm bu unsurlar, Şostakoviç’in gençlik döneminin yalnızca bir biyografik süreç olmadığını, aynı zamanda büyük tarihsel dalgaların ortasında oluşan bir sanatçı kimliği olduğunu gösterir. Kuruç’un bu dönemi ayrıntılarıyla anlatmasıyla, okur Şostakoviç’in kendi sesini bulmasının kişisel bir yaratım değil, tarihsel bir devinim olduğunu daha iyi kavrar. Özellikle Kuruç’un aktardığı şu satırlar, hem bestecinin hem de kitabın ruhunu özetler: “Her şey hareket hâlindedir… Hareketsiz sanat bence sanat değildir.” Bu bakış, Şostakoviç’in sanatsal enerjisinin kaynağını ve Kuruç’un onu neden bu kadar önemli gördüğünü açıklayan temel cümledir.

Kitap, 1930’lara gelindiğinde Şostakoviç’in “büyük formlar”la ilişkisini derinleştirir. Leydi Makbet operasının yaratılış süreci, toplumdaki kadın kimliği üzerindeki mücadelenin müzikal bir yankısı olarak aktarılır ve bestecinin Leşkof’un karanlık öyküsünü nasıl radikal bir kadın özgürleşmesi perspektifine dönüştürdüğü incelikle gösterilir. Kuruç’un, Leydi Makbet’in yalnızca bir müzik yapıtı değil, aynı zamanda kırsal Rusya’nın taşlaşmış toplumsal yapısına karşı ses çıkaran bir sanat manifestosu olduğunu anlatışı, Türkiye’de az rastlanan bir kültürel okuma derinliği sergiler. Pravda’nın 1936 tarihli “Müzik Yerine Çamur!” yazısı ise Kuruç’un yaklaşımı sayesinde bir sansür anı olmaktan çıkıp, siyasetle sanat arasındaki tarihsel gerilimin somut örneği hâline gelir. Kuruç, bu tartışmayı dar politik yorumlara hapsetmez; tersine, müziğin etrafında dönen kültürel güç mücadelelerinin uzun erimli etkilerini gösterir. Böylece Şostakoviç’in müziği bir baskı hikâyesi olarak değil, direnç, dönüşüm ve derinleşme hikâyesi olarak okunur.

Kitabın en etkileyici bölümlerinden biri, Kuruç’un müzik üzerine temel yaklaşımını ortaya koyduğu “Dinleyicilik” tartışmasıdır. Kuruç’a göre müzik yalnız başına dinlenmez; her dinleyici geçmiş yüzyılların ses birikimini içinde taşır ve müzik, bireysel bir hazdan çok toplumsal bir bilinç alanıdır. Onun “Müzik yurttaşlıktır” cümlesi, Türkiye’de müziği tüketim nesnesi olmaktan çıkarıp, kültürün asli bir unsuru hâline döndürmeyi hedefleyen güçlü bir öneridir. Bu öneri, yalnızca müzik üzerine bir fikir değildir; aynı zamanda Şostakoviç’in sanatını anlamanın da anahtarıdır. Çünkü Şostakoviç’in sesinde bireyin iç çatışmaları kadar kolektif dünyanın acıları, savaşları, umutları ve hayal kırıklıkları da vardır. Kuruç, bu sesi yakalamayı bir “entelektüel sorumluluk” seviyesine taşır.

Tüm bu bölümler birleştiğinde, Şostakoviç – Elli Yıl Sonra yalnızca müzik alanında değil, Türkiye’nin kültür düşüncesi açısından da bir dönüm noktası niteliği taşır. Kuruç’un geniş tarih bilgisi, uzun yıllara yayılan akademik birikimi, disiplinler arası yaklaşımı ve berrak anlatım dili, kitabı hem müzikseverler hem de kültür-sanat alanına ilgi duyan herkes için vazgeçilmez bir kaynak hâline getirir. Türkiye’de müziği felsefe, sosyoloji, tarih ve politika ile ilişkilendirerek tartışan kitapların azlığı düşünüldüğünde, Kuruç’un bu çalışması yalnızca bir boşluğu doldurmakla kalmaz; aynı zamanda yeni bir düzey açar. Şostakoviç’in sesindeki o yirminci yüzyıl titreşimini Türkiye’ye taşıyan bu kitap, bugün dahi geçerliliğini koruyan bir kültürel sorumluluğun somutlaşmış hâlidir. Sonuç olarak, Bilsay Kuruç’un Şostakoviç – Elli Yıl Sonra adlı eseri, hem Şostakoviç’i anlamak hem yirminci yüzyıl insanının iç dünyasına ulaşmak hem de müziği bir düşünme ve sorgulama alanı olarak yeniden keşfetmek isteyen herkes için olağanüstü bir başucu kitabıdır. Kuruç’un bu eseri, Türkiye’nin entelektüel mirasına yapılmış güçlü bir katkıdır ve Şostakoviç’in elli yıl sonra bile neden hâlâ konuşulduğunu anlamak isteyen her okur için, belki de Türkçede yazılmış en kapsamlı ve etkileyici çalışmadır. Bu nedenle yeniden ve yeniden okunmayı hak eder.

Erhan Yılmaz

tr_TRTurkish