Margaret Atwood: “Anlatıyorum, öyleyse varsınız”
Ellerinde kaynakçı eldivenleri ve koca bir alev makinesi, gözlerinde muzip, neredeyse alaycı bir tebessüm, Margaret Atwood çeker tetiği. Alevler savrulur, kıvılcımlar uçuşur, fakat yanmaz bir türlü önünde hedef aldığı kitap. Yanmaz, çünkü ateşe dayanıklı kâğıt, ısıya dirençli mürekkep ve çelik ciltle üretilmiş, eşi benzeri olmayan bir baskısıdır bu. Bizzat yazdığı Damızlık Kızın Öyküsü adlı romanın dayanıklılığına ispat.
Nasıl kitap yakmak sembolik bir şiddetse, Atwood’un yanmayan kitabı da sembolik bir direniştir.
Bu şiddet çok eskilere dayanır. Dünyanın dört bir yanında, baskıcı düzenler sürekli hedef almıştır kitapları. MS 213’te Çin’de Qin Hanedanı Konfüçyüsçü metinleri yaktırmış, 1497’de Floransa’da Savonarola’nın “Vaaz Ateşleri”nde cilt cilt kitaplar imha edilmiş, 1562’de Yucatán’da rahip Diego de Landa, Maya yazmalarını “putperestlik” gerekçesiyle ateşe vermiş, 1933’te Nazi Almanya’sında yüzbinlerce eser meydanlarda yakılmıştır.
Tüm bu bağnaz eylemler tarih boyunca aynı amaçlara hizmet etmiştir: gözdağı verip düşmanları sindirmek, toplumsal belleği zedelemek, düşünceyi tekleştirmek, insanların hayal gücünü zayıflatıp eleştirel düşünme güdüsünü yok etmek. Her bağnaz eylemde olduğu gibi, bu güç gösterilerinin kalbinde dipsiz bir kuyunun karanlığı yatar. Korku.
Kanadalı yazar Atwood’un 1985’te yayımlanan ve birbirinden değerli ödüller almış olmasına rağmen tekrar tekrar yasaklanan romanı, Damızlık Kızın Öyküsü de işte tam bu alacakaranlık korkulara dair bir eser. Romanın mekânı, Amerika Birleşik Devletleri’nin yerini almış olan Gilead Cumhuriyeti’dir. Demokrasinin göz göre göre yok edildiği, her an denetim altında tutulan, bütünüyle teokratik ve ataerkil bir ülke. Burada kadınların okuması, yazması, çalışması, mülkiyet edinmesi, çocuklarının velayetini alması, hatta kendi isimlerini taşıması bile yasaktır. Kadın devletin mülküdür.

Her ne kadar distopya ya da spekülatif kurgu olarak anılsa da, Atwood bu romanın sırf bir kehanet üzerine kurulmadığını ısrarla dile getirir. Romanda yer alan hiçbir unsurun hayal ürünü olmadığını, hepsinin tarihte yaşanmış ya da bugün hâlâ yaşanmakta olan olaylara dayandığını vurgular. Amerika’daki Püriten geleneği. Kölelik tarihi. Nazi Almanya’sı. 1979 İran Devrimi. Gilead Cumhuriyeti hepsine ayna tutar.
Damızlık Kızın Öyküsü bir yandan demokrasinin kırılganlığını ve özgürlüklerin ne kadar kolay kaybolabildiğini gösterirken, diğer yandan hafızanın, yaratıcılığın ve tanıklığın yaşamsal değerini anlatır. Romanın başkahramanı Offred, bir zamanlar evli, çocuk sahibi, çalışan ve özgür iradesini kullanabilen bir bireyken, Gilead Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla tüm kimliği silinen, özgürlüklerinden koparılan, sırf doğurganlığı ile “damızlık” konumuna indirgenmiş bir kadın, bir nevi köle haline gelir.
Artık Offred’in sahip olduğu tek şey anıları ve hayal gücüdür. Zira dışarıdaki yollar kapandığında, bazen tek çare içeride bir yol arayıp bulmaktır. Dolayısıyla Offred’in anlatısı, unutmaya ve unutturmaya karşı bir direniş haline gelir. Romanın sonunda Offred, gelecekteki dinleyicisine şöyle der: “Bir hikâyeyi sadece kendine anlatmazsın. Hep başkası vardır. Kimse olmasa bile. Size bir şey anlatmakla aslında size inandığımı gösteriyorum; orada olduğunuza inanıyorum, sizi inancımla var ediyorum. Bu hikâyeyi size anlatmamla, varlığınızı diliyorum. Anlatıyorum, öyleyse varsınız.” Böylece Descartes’ın “Düşünüyorum, öyleyse varım” önermesini tersyüz eden Atwood, bireysel bilinç yerine paylaşımı ve tanıklığı esas alır. Offred’in anlatısını da bu yüzden “bir umut eylemi” olarak tanımlar. Her kayda geçirilen hikâye, onun deyimiyle, gelecekteki bir okuru ima eder.
Bir bakıma Atwood da Offred gibi bir tanıktır. Onun için roman yazmak sadece estetik bir uğraş olmaktan öte ahlaki bir görevdir. Yazarak geçmişe ve bugüne tanıklık eder. Toplumsal belleğin bekçisidir olur.
Kaldı ki tanıklık sadece yazara özgü değildir. Nasıl ki Offred “Anlatıyorum, öyleyse varsınız” diyerek gelecekteki dinleyicisine sesleniyorsa, Atwood da aynı şekilde romanın okuruna seslenir. Bu çağrıyla birlikte okurunun da tanık olmasını diler. Yalnızca Gilead’a değil; kadınların ezildiği, özgürlüklerin kısıtlandığı, insan haklarının birer birer yok edildiği, demokrasilerin hedef alındığı her yere. Unutmamak, unutturmamak ve de okuru ima etmek üzere yazar.
“Kelime üstüne kelime üstüne kelime, bu güçtür” der Atwood. Yazmak güçtür. Dile getirmek güçtür. Kayda geçirmek güçtür. Çünkü içeriği ne kadar karanlık olursa olsun, her anlatı bir umut eylemidir. Baskıların ve bağnazlıkların çoğaldığı, karanlığın hayatları ezip yuttuğu bir dünyada, asıl unutulmaması gereken de tam bu eylemdir. Umut.
İpek S. Burnett