II. Meşrutiyet’in İlk Krizi ve İlk Seçim Kanunumuz
II. Meşrutiyet anlatılarında yeni rejimin ilk ciddî krizi olarak genellikle “Küçük” Sait Paşa’nın 31 Temmuz 1908’de kurduğu kabinede Harbiyye ve Bahriyye Nazırlarını Sultan II. Abdülhamit’in seçmiş olması gösterilir. Bu gelişmenin ciddî bir kriz yaratması gayet doğaldı, zira yapılan şey yeniden yürürlüğe girmiş olan Anayasa’ya aykırıydı. Nitekim uzun yıllar boyunca Bâb-ı Meşîhat’ın başında bulunmuş olan ve yeniden aynı göreve atanan Şeyhülislâm Cemalettin Efendi de 1920’de kitaplaşan anılarında bu atamaların yanlış olduğunu söyler. 1876 Anayasası’na göre sultan, yalnızca sadrazamı ve şeyhülislâmı atayabiliyordu. Anayasa’nın sorumsuz kabul ettiği sultan, yürütmeden sorumlu olacak bakanların seçimine karışamazdı. Ama tahttan indirilme korkusuna kapılmış olan Padişah’ın, silahlı kuvvetleri elinde tutabileceğini sanarak mı bu yolu seçmiş olduğu, yoksa fikrin Sait Paşa’dan mı kaynaklandığı konusunda kesin bir bilgi bulunmuyor. Sonuç olarak Sadrazam’ın, kendi seçtiği bazı bakanlar tarafından da eleştirilen tutumu yalnızca İttihat ve Terakkî Cemiyeti’nin (İTC) gözünde değil, meşrutiyet yönetimini destekleyen tüm çevrelerce bardağı taşıran son damla olacak ve Sait Paşa Sadâret’ten ayrılmak zorunda kalacaktı (5 Ağustos).
Söz konusu atama krizinin bardağı taşıran son damla olmasının nedeni ise, hemen 24 Temmuz’da başlamış başka bir krizin 31 Temmuz’da hâlâ tam olarak çözüme kavuşmamış olmasıydı. Bu ilk kriz, 23 Temmuz tarihini taşıyan, gerçekte ise 23 Temmuz’u 24 Temmuz’a bağlayan gece hazırlanıp kamuya duyurulan irâde-i seniyye (padişah emri) ile Sadrazam Paşa’nın bu emre dayanarak aynı gün bütün vilayetlere ve bağımsız sancaklara (elviye-i gayr-ı mülhaka = bir vilâyete bağlı olmayan sancaklar) telgrafla tebliğ ettiği seçim çağrısından kaynaklanmıştı. İrâde-i seniyye, Meclis-i Mebûsân seçimlerinin “zâten mevcûd olan usûle” göre yapılacağını ilân etmiş, Sait Paşa da gönderdiği telgrafta milletvekillerinin idarî birimlere 15 Şevval 1293 (2 Kasım 1876) tarihinde gönderilmiş olan “umûm 56” numaralı emre göre seçileceklerini bildirmişti. İrâde-i seniyyede söylenen de Sait Paşa’nın tebliği de Anayasa’ya aykırıydı.

1876 sonbaharında Osmanlı Devleti’nin ilk anayasasını hazırlayacak olan komisyon, işinin epey uzun süreceğinin farkındaydı. Nitekim 1876 Anayasası ancak 23 Aralık’ta ilân edilebildi. Ayrıca aynı komisyonun, yapacağı anayasaya uygun bir de seçim kanunu hazırlaması gerekiyordu. Öte yandan, Osmanlıları ilk kez sandık başına götürecek olan seçimin de deneyimsizlik nedeniyle sorunlu ve uzun bir süreç olacağı bekleniyordu. Bütün bu nedenlerden ötürü kasım ayı başında açılması öngörülmüş olan meclis-i mebûsânın açılışı 1877’nin mart ayına ertelenmiş, ama kısa bir süre sonra meclisin bu tarihte açılmasının da mümkün olamayacağı anlaşılmıştı. Bunun üzerine komisyon, meclisin açılışını mutlaka mart ayına yetiştirmek istediği için, ekim ayında bir seçim yönetmeliği ile her vilâyetin kaç milletvekili çıkaracağını gösteren bir cetvel hazırladı ve bunlar 2 Kasım 1876 tarihli emirle mülkî amirlere gönderildi. Söz konusu yönetmeliğe göre bir defaya mahsus olmak üzere genel seçim yapılmayacak, milletvekillerini vilayet ve sancak idare meclislerinin üyeleri seçecekti. Bu üyeler seçim hakkı olanlarca seçilmiş oldukları için, onların seçeceği milletvekillerinin de seçmenler tarafından seçilmiş olacakları kabul edilmişti. Dolayısıyla, “zâten mevcûd olan” bir usul yoktu, zira yönetmelik, izlenmesi istenen yöntemin yalnızca o yıla özgü olduğunu açıkça söylediği gibi, daha sonra ilân edilmiş olan Anayasa’ya da aykırıydı. Ayrıca, yönetmelikle birlikte gönderilen ve her vilayetin kaç milletvekili çıkaracağını belirleyen cetvel de artık yürürlükte olan Anayasa’ya aykırıydı, zira Anayasa’nın 65. maddesinde Osmanlı vatandaşlarının her elli bin erkek nüfus için bir milletvekili seçecekleri belirtilmişti.
Ertesi gün (25 Temmuz) vilâyet ve bağımsız sancaklardan Sadâret’e çok ilginç telgraflar gelmeye başladı. Vali ve mutasarrıfların kimileri tecâhül-i ârife başvurarak, kimileri de daha düz bir üslûpla, ama hepsi gayet terbiyeli bir biçimde, gönderilen seçim çağrısının Anayasa’ya aykırı olduğunu Sait Paşa’ya anımsatıyorlardı. Aydın Valisi, milletvekili sayısının 1876’daki cetvele göre mi yoksa vilâyetin o günkü nüfusuna göre mi yapılacağını sorarken, Konya Valisi, “kanun maddesine” göre üç yerine 12 milletvekili seçilmesi gerektiğini söylüyor, Hüdâvendigâr Valisi de Anayasa’ya dayanarak, vilâyetindeki nüfusa oranla 17 milletvekili seçilmesinin daha doğru olacağını yazıyordu. Kudüs Mutasarrıfı Ali Ekrem (Bolayır) Bey ise hemen işe koyulmuş ve iki gün içerisinde “milletvekillerini Anayasa’nın altmış beşinci maddesi gereğince her elli bin erkek nüfusa bir kişi hesabıyla” seçtireceğini yazmıştı.
Vali ve mutasarrıflardan gelen telgrafların içeriklerinde gayet ilginç ve özellikle Rumeli vilayetlerinde kendini gösterecek olan krizin ilk işaretleri olarak nitelenebilecek bir boyut daha vardı. Örneğin Kudüs ve İzmit Mutasarrıfları doğrudan doğruya Anayasa’nın bir seçim kanunu hazırlanacağı haberini veren 66. maddesine gönderme yapmışlardı. Aydın Valisi ise milletvekillerinin nasıl seçileceğine ilişkin olarak, başta kanunlar gelmek üzere Osmanlı Devleti’nin bütün hukuk mevzuatının yayımlandığı Düstûr’da herhangi bir “talimat” olmadığını, yani söz konusu kanunun henüz çıkmadığını hatırlatıyor, Hüdâvendigâr Valisi de “yasal bir açıklık olmadığı için” seçmenlerin nasıl belirleneceğini soruyordu. Sait Paşa’nın seçim çağrısında kimlerin seçmen olacağının ve milletvekillerini nasıl seçeceklerinin herhangi bir kuşkuya yer bırakmayacak kadar açık olması nedeniyle, yapılan göndermelerin ve sorulan soruların yersizliği gerçekte bir tecâhül-i ârif, hatta bir kinaye, dolayısıyla da bir itiraz idi. Birçok vali ve mutasarrıfla birlikte, yapılan çağrıyı hemen duyurmuş oldukları idare meclisi üyelerinin birçoğu, Osmanlı Devleti’nin henüz kanun hükmü kazanmamış bir seçim kanunu tasarısı olduğunu biliyorlar ve seçimlerin yapılabilmesi için bu metnin kullanılmasını istiyorlardı.
İlk Meclis-i Mebûsân’ın 21 Mayıs 1877’de (9 Cemâziyü’l-evvel 1294) hazırlamış olduğu ama Meclis-i Âyân’ın toptan reddettiği seçim kanunu tasarısı, 23 sayfalık bir kitapçık olarak basılmış ve iki meclisin üyeleriyle yüksek dereceli birçok devlet memuruna dağıtılmıştı. Yani kanun tasarısı 1908’de birçok kişinin elinde bulunuyordu, dolayısıyla da varlığının inkâr edilmesi kesinlikle mümkün değildi. Öte yandan, yeni bir kanunun hazırlanması çok uzun sürecek ve Meclis-i Mebûsân’ın Anayasa’da belirtildiği gibi kasım ayı başında açılmasını zora sokacak, hatta imkânsızlaştıracaktı. Başta İTC’nin çok güçlü olduğu Rumeli vilâyetleri gelmek üzere, vilâyet yöneticileri ve idare meclisi üyeleri böylece 1877 tasarısının kanunlaşması için Bâb-ı Âlî’yi sıkıştırmaya başladılar. Ancak hükümet, harekete geçmekte bir hayli yavaş kaldı. Örneğin Sait Paşa’nın yukarıda gördüğümüz telgraflar karşısında en az üç gün boyunca herhangi bir tepki vermediğini biliyoruz. Öyle görünüyor ki, kendisi de telgraf yağmuruna tutulmuş olan Dâhiliyye Nezâreti, hükümet çevrelerinde ilk pes eden merci oldu. Dâhiliyye Nâzırı Memduh Paşa, 28 Temmuz günü Sadrazam Sait Paşa’ya hitaben kaleme aldığı tezkerede, vilâyetlerden gelen istekler üzerine, 1876’da hazırlanan ve birçok yönüyle Anayasa’ya aykırı olan talimatnameyle 1877 tarihli seçim kanunu tasarısının yeniden ele alınıp seçimlerin nasıl yapılacağının bir kez daha düşünülmesini önerdi.
Sait Paşa’nın 29 Temmuz gününü sonraki birkaç günde yapacaklarını planlamakla geçirdiği ve bunları Sultan’la birlikte kararlaştırdığı anlaşılıyor. İstifa edecek ve yeniden sadrazamlığa atanacak, bunu yaparken de Sultan II. Abdülhamit’e yeni bir hatt-ı hümâyûn yayımlatarak harbiyye ve bahriyye nâzırlarını tayin etme hakkının padişaha ait olmasını sağlayacaktı. Ortalığın çok karışmaması için de Meclis-i Mebûsân seçimlerinin İTC’nin istediği biçimde yapılmasını kabul edecekti. Nitekim kriz boyunca Sadâret’le İTC yönetimi arasında bir tür arabulucu gibi çalışan Rumeli Genel Müfettişi Hüseyin Hilmi Paşa’yı 30 Temmuz sabahı telgraf makinası başında aradı ve seçimlerin Anayasa’ya göre yapılacağı müjdesini verip bunun Rumeli’deki bütün idarî birimlere duyurulmasını istedi. Aynı gün toplanan Bakanlar Kurulu’ndan çıkan Meclis-i Mahsûs-ı Vükelâ mazbatası da İTC’nin politika değiştirerek hükümet üzerinde daha keskin bir baskı uygulama kararında olduğuna dair Rumeli Müfettişi’nin uyarıları üzerine eski kanun tasarısının gözden geçirilip Padişah’a onaylattırılarak uygulamaya konmasını teklif ediyordu.
Sait Paşa çok gecikmişti. Nitekim Hüseyin Hilmi Paşa, 30 Temmuz’da Sadâret’e yolladığı telgraflarda İzmir, Kosova, Manastır ve Selânik Vilâyetleri’nde gergin bekleyişin ve dedikoduların hâlâ sürdüğünü, kendisine verilen olumlu haberin söz konusu vilâyetlere iletilmiş olmasının bir çözüm sağlayamadığını ve Sadrazam’ın bütün vilâyetlere göndereceği resmî bir yazının daha etkili olacağını söylüyordu. Öte yandan, krizin İTC’nin istediği biçimde sonlandırılmasını sağlamak üzere Selânik’ten yola çıkmış, Cavit, Cemal, Rahmi (Arslan) ve Talât Beyler’den oluşan bir heyet Edirne’ye gelmiş, resmî çevrelerle görüşmek amacıyla İstanbul’a gelebilmek için Padişah’tan izin bekliyordu. Ertesi gün, Sait Paşa istifa edip yeniden sadrazam atandı. Kurduğu yeni hükümetin, yukarıda görüldüğü gibi, Harbiyye ve Bahriyye Nâzırları Padişah tarafından seçilmişti. Yeni Sadrazam, aynı gün eski sadrazamlardan “Kıbrıslı” Kâmil Paşa’ya da bir tezkere yolladı. Tezkere, Kâmil Paşa’nın Meclis-i Mebûsân seçimlerinde kullanılması öngörülen 1877 tarihli seçim kanunu tasarısını inceleyerek görüş bildirmek üzere Dâhiliyye ve Hâriciyye Nâzırları ile Şûrâ-yı Devlet (Danıştay) Başkanı ve Bâb-ı Âlî hukuk müşavirlerinden bir kişiden oluşan bir komisyona Padişah emriyle başkan atandığını tebliğ ediyor ve bu görevin ertesi günün akşamına kadar tamamlanmasını istiyordu. Sait Paşa’nın etekleri tutuşarak gösterdiği bu acele, gereken işlemlerin yapılması sırasında da sürdü ve Kâmil Paşa Komisyonu’nun birkaç değişiklik yapılması koşuluyla uygulanmasında bir sakınca görmediği 1877 tasarısı, 2 Ağustos’ta Bakanlar Kurulu’nca onaylandı ve Sait Paşa tarafından aynı gün Padişah’ın onayına sunuldu. Padişah iradesi de aynı gün çıkacak, ama metninde bazı değişiklikler yapılacağı için ancak 3 Ekim’de yürürlüğe girecekti.
Özetlediğimiz bu seçim krizi, Edirne’deki İTC heyetinin Padişah’ın iznini alarak İstanbul’a geldiği 1 Ağustos günü bitmiş sayılırdı gerçi. Ama bu gelişme, Sait Paşa’nın Sadâret’te kalmasına yetmedi. 31 Temmuz’da kurduğu hükümetle bir çam daha devirmiş olan Paşa, kendisini ziyaret eden İTC üyelerini çok kötü karşılamıştı. Bu ziyaretin gerçekleştiği gün yayımlanan ve 10. maddesinde harbiyye ve bahriyye nâzırlarının padişah tarafından atanacaklarını dile getiren hatt-ı hümâyûnun görüşme sırasındaki gerginliği arttırmış olması kesin gibidir. Ama asıl ilginç olan gelişme, daha sonra Kâmil Paşa’yla da görüşen heyetin son olarak Sultan II. Abdülhamit tarafından kabul edilmesi sırasında yaşandı. Sultan Hamit’in harbiyye ve bahriyye nâzırları konusundaki duyarlılığının nedenini gayet iyi anlamış olan İttihatçılar, Sultan’ı bu fikrinden vazgeçirmek için kendisini tahttan indirmek gibi bir niyetlerinin olmadığını söyleyecekler, ikna olan Sultan da istenen geri adımı atarken hatt-ı hümâyûn metnine bakanlarla ilgili maddeyi koyanın da zaten kendisi değil Sait Paşa olduğunu söyleyecekti. Bunun üzerine İTC heyeti Sait Paşa’nın azledilip yerine Kâmil Paşa’nın atanmasını istediler ve istekleri kabul olundu. 6 Ağustos’ta Sadrazam olan Kâmil Paşa’nın başında bulunduğu hükümet, seçim sürecini gayet iyi yönetecek ve bu sürece ilişkin olarak Anayasa ve Seçim Kanunu Taslağı’ndaki bazı eksik ve belirsizlikleri önemli bir dizi kararname ve nizamname çıkararak giderecekti.
Ahmet Kuyaş
Görsellerin çevrimyazıları:


