Yeraltından Notlar – III
“Yaşamım bir şarkıcının iç çekme anıdır.”
Yaşamım bir şarkıcının iç çekme anıdır…
Böyle demiş Cansever. O böyle deyince tabii aklıma Candan Erçetin’in “Sitem” adlı şarkısı geliyor; şarkının da sonu daha çok. Sondaki o birkaç büyülü saniye dikkatlice dinlenirse, yükselerek arşa değen müthiş finalde, sesin sonunda Candan Hanım’ın iç çekişi…
Nefis bir şarkı, sanki gök gürlüyor da altında kimi şehirler yıkılıp gidiyor, sanki bir savaş yüzünden bir şehir yerle bir ediliyor… “İşte ben böyle bir hal içindeyim / Aslında derin keder içindeyim / Bazen bilmeyerek ne yaptığımı / İyi kötü güzel çirkin her biçimdeyim / Bazen isyan edip yalnızlığıma / Sana karşı ince bir sitem içindeyim…” Şarkı biterken, tam bu sözleri söyledikten sonra, derin ama çok derin bir iç çekiş. Şark ile şarkı arasında bir şey mi var? Sanki dört dakika on beş saniyelik (bir müzik parçasının ortalama süresinden uzun) tüm çaba, çırpınış, ses, nefes, enstrümanların bağırışı, inleyişi o iç çekiş için…
“Yaşamım bir şarkıcının iç çekme anıdır.”
Öyle oluyor daha çok, aklıma geliyor, aslında tüm yaşamımız bir iç çekiş anı, bir an belki de… Sadece bir an, zamanın sonsuzluğu içinde. Bir nefes alıp veriyoruz ve bitiyor aslında. Çok gençken okuduğum o şiirdeki gibi, aslında hiçbir şey aslında değil. Yıllar, günler, saatler, bir nefeste hep. Olmuş olan, ol(an) ve olacak olan her şey bir an içinde… Yaşamımız bu tek an aslında, bir saniye öncesi, şimdi ve bir saniye sonrası arasına sıkışmış (Baba, Oğul, Kutsal Ruh), sonsuzda. Zamana boyun eğmişiz…
Zaten zaman, aslında tüm bu büyük uğultu, tek bir anda kafamıza üşüşüp bizi delirtmesin diye vardır kanımca, tam da bu yüzden. Yani zaman, o yoğunlaşmış gibi duran kâinattaki tek anı alıp dağıtıyor, Kosova Savaşı da o anın içinde, Ermeni tehciri de, benim Nar’ı ilk kucağıma alışım da: Edip’in dediğine geldik yine, Edip ile hesaplaşıyoruz:
Zaman, kim bilir kaç bin yıl önce Efes kıyılarında Herakleitos’un söylediği o cümle, “zar atan bir çocuktur zaman…”
Zaman, çoğu zaman, zaman zaman, bir an sadece…
An nasıl bir şey olabilir o zaman. Cemal Süreya diyordu, “an ki fıskiyesi sonsuzluğun…” An, Fransızca sene demek. Años, (an’yos diye okunuyor) yaş demek İspanyolca. An var içinde. Bir yerden istifa edecektim, acaba nereden? Sen beni seviyordun ama ben seni sevemedim demişti Odysseus, o kadına, bir an… Bir yerde rakı içiyordum ve karanfil kokuyordu bir şeyler, bunlar neden. Evden kaçmıştım ve babam ilk kez beni rakı içmeye götürmüştü Tarabya’da eski bir yere, yıkıldı o da şimdi. Hatıralarımızın üstüne oteller, otoparklar yaptılar hep, neden. Kazan Birahanesi’nin yerine, berbat yağlı kahveler yapan kötü bir dükkân… Her şey silindi hatırasından şehrin.
Eski Türkçeye gelirsek, orada bir işaret zamiridir an. Misal, “dosttan haber geldi bana, durayım andan varayım.” Ya da “bir meclistir meclisimiz, anda ciğer kebab olur.” Yunus Emre böylece kullanmış. Süleyman Çelebi ise Candan Erçetin’in iç çektiği yeri görmüş de sanki (neden görmesin, tüm kâinat bir an ise, çıkarıp bulmuştur o kalabalıktan o iç çekişi) şöyle buyurmuş: “Ne mekân var anda ne arz ü semâ.” Hiçbir şey yok… Bir boşlukta. “Derin, sessiz, iyi böylece…”
Şüphesiz günümüz Türkçesinde bu anlamları yok artık an kelimesinin. Kelimeler de böyle, o sonsuz yolculukta kaybediyor, kazanıyor bir şeyler. Farsça üçüncü tekil şahıs zamiri olan “uzun o” etkisiyle 16. yüzyıldan başlayarak ol kelimesinin akıbetine uğramış, tahtını “o” kelimesine bırakmış. “Ol anda, ne arz, ne sema…” Aragon da Elsa’ya gördüğünde, ilk kez, öyle demişti: “Kâinat paramparça oldu o an…”
Büyük patlama, o yoğun tek anın içinde ilk olan şey. İç çekişteki ilk nefes alma anı. İlk madde öyle oluştu diye inanıyorum. Vahşi bir dine inanıyorum. Vahşi bir tanrı. Dağlarda yaşıyor. Geceleri bir vaşak, gündüzleri bir başak olan bir dine. Madde, daima çok ama çok yoğunlaşmış bir zaman bizim vahşilere göre. O an işte. Hepsi o an. O belde…
An sadece fıskiyenin değil bizim de sonsuzluğumuz. Bir kere doğdunsa, ölmek yok diye inanıyorum. Bir rahim o tek an, her şeyi tutuyor içinde. Hem hiçlik hem sonsuzluk, hem dün hem yarın; hem ışık ve hem karanlık, siyah ve beyaz hem; yani aslen birbirinin aynısı olan bu ikilemelerin her birinin içinde yüzdüğü, onların tümünü kapsayan, kollayan, koruyan bir rahim. Rahim ile merhamet de aynı yerden gelmiyor mu zaten…
An, kâinattaki tüm hareketin, günümüzdeki çok moda deyişle akışın, anlamın, entropinin, dengenin, dağılmanın, gittikçe kaosa doğru ilerleyen o büyük damarın kökü. Bizim vahşi dinin şifreleri orada. Orada taşlar var, orada ıssız arka bahçeler, orada bizim köyün dağları var, dağlarında rüzgâr… Zaman, an, içine girdiğimiz, orada çoğaldığımız, bizi koruyan rahim. Buna inanıyor bizimkiler. Sizi bilemem. Ben Edip ile hesaplaşıyorum:
“Söyleşin benimle biraz, gelmiş bulundum…”
Onur Caymaz