İstanbul’da Bir Amerikan Koleji

Amerikan Misyonerlerinin ‘Padişah İradesi’ ile Kurdukları ve 1971 Yılında Boğaziçi Üniversitesi Adını Alan Robert Koleji Geniş Arazisi, Görkemli Binaları ve Eğitim Sistemiyle Tarihi Boyunca İstanbul’un Önemli Eğitim Odaklarından Biri Oldu

Robert Kolej hakkında bir yazı hazırlamam istendiğinde, neden bilmem; ilk aklıma gelen kompozitör ve piyanist Cemal Reşit Rey oldu. Kolejde, mezuniyet ·törenleri önemsenen olaylardandır. Her yıl, son sınıf öğrencilerini etkileyecek bir konuşmacının çağrılmasına özen gösterilir. Rahmetli Cemal Beyefendi konuşmasına başlarken (şimdi söylediklerini tümüyl anımsayamıyorum ama genel anlamı ile) “Öncelikle güzel Boğaziçi’mizin bu eşsiz korularını sakınarak ve geliştirerek kentimizi zenginleştiren Amerikalı dostlarımıza bir İstanbullu olarak teşekkürlerimi sunmak istiyorum” demişti.

Gerçekten de, geniş bahçeleri, yıllanmış koruları ve özgün binaları ile Rumelihisarı’ndaki Erkek Koleji ile Arnavutköy’deki Kız Koleji, İstanbul’un hem önemli eğitim odakları, hem de Boğaziçi’ni süsleyen ve kişiliğini koruyan birer yerleşim noktası olmuşlardır. Bu gözle bakılınca Galatasaray Lisesi’ni (Mekteb-i Sultani), Haydarpaşa Lisesi’ni ya da Moda’daki St. Joseph Lisesi’ni ayrı ayrı değerlendirmek gerekir. Günümüzde, Haydarpaşa Lisesi (ki zaten mekteb-i tıbbiye olmak üzere yapılmışken liseye bırakılmıştır) Marmara Üniversitesi’ni, Rumelihisarı’ndaki erkek koleji ise Boğaziçi Üniversitesi’ni barındırır olmuşlardır. Bazıları “Nasıl olmuş da, kentin bu en güzel yerlerine, bu yabancı okulları böyle rahatça yerleşebilmiştir?” diye sorarlar. Eşsiz güzelliklere bakan bu tepeleri seçen kişilerin beğeni gücünü kınamak aklımdan geçmez. Yine de, günlerine göre, bu yerleşim alanlarının kentin çok dışında kaldığına dikkat edilmelidir. Batılılaşmaya karar veren Osmanlı, kendi kız çocukları için, bir “Bezm-i Alem” lisesi açmaya kalkışınca, Cağaloğlu’nda (yani kentin tam ortasında) bu okul için hemen bir yer bulmuştur. Oysa Dr. Cyrus Hamlin, önce uzun yıllar Ahmet Vefik Paşa’nın Rumelihisarı’ndaki konağının (kütüphane bölümü halen durmaktadır) kapısını aşındırmış ve ancak paşanın padişah ile arası açılıp, parasal sıkıntıya düşmesi sonucu, yıllarca düşlediği arsayı satın alabilmiş; bunun ardından, sahip olduğu araziye bir okul binası yaptırmak üzere izin alabilmesi için yedi yıl yalvarıp didinmesi gerekmiştir. Günümüzde garip karşılanabilir, ama Amerikalıların İstanbul’da bir okul açmalarına karşı en güçlü direnme, o günlerin başkentinde çok etkili olan Çarlık Rusyası’nın sefiri ile Fransa Cumhuriyeti’nin sefirinden gelmiştir.

Cyrus Hamlin ile Robert Kolej’in birbirlerinden ayrılmayan öykülerinin çeşitli ve ilginç yönleri vardır. Dr. Hamlin, İstanbul’a bir Amerikan misyoneri olarak gelmiştir. O dönemde Amerikalı Protestan misyonerler, Osmanlı ülkesinde yaygın olarak örgütlenmekteydi. Günümüzde bile İstanbul’da çalışmalarını sürdüren bu kuruluşların o yıllardaki yöneticileri, Osmanlılığın içinde barındırdığı çok çeşitli uluslara erişebilmenin yolunu, her ulusa kendi dilinde yaklaşma yönteminde bulmuşlardı. Dr. Hamlin ise bu görüşe karşı çıkmış; asıl ödevin ülkelerini esinlendirecek şekilde, tam bir Amerikan eğitim sistemini Osmanlı ülkesinde kurmak olduğu savını benimsemişti. Kırım Savaşı sırasında herhalde ticaret amacıyla İstanbul’a gelen C. R. Robert adlı Amerikalı bir işadamı, bu konuda Dr. Hamlin’e arka çıkıp, gerekirse bağış yapmayı da kabul edince, Robert Kolej’in temelleri atılmış oldu.

1929 yılında yayımlanmış bir broşürde, 1928-29 eğitim yılında Robert Kolej’e 362’si yatılı, 351’i gündüzlü olmak üzere 713 erkek öğrencinin kayıtlı olduğu, bunların 23 ayrı ulusun çocukları olduğu ve okulda Müslüman, Yunan-Ortodoks, Gregoryen Ermeni, Protestan, Katolik ve de Yahudi dinlerine bağlı gençlerin bulunduğu açıklanmaktadır.

Fazlasıyla özetleyerek anlatmaya çalıştığım bu olayları, biraz da tarihlerini vererek yerlerine oturtmak istiyorum. Dr. C. Hamlin, ilk kez 1839 yılında, Mr. C. R. Robert ise 1856 yılında İstanbul’a gelmişlerdir. Ahmet Vefik Paşa’dan arazinin alınması 18 61 yılında gerçekleşmiş. ancak okul inşaatı için izin gecikince, 1863 yılında, Bebek’teki eski seminer binasında Robert Kolej çalışmaya başlatılmıştır. Okul inşaatına izin veren “padişah iradesi” 1868 yılının son aylarında alınmış ve 1869 yılının 4 Temmuz gününde (ABD’nin kuruluş yıldönümü) Robert Kolej’in ilk binasının temeli atılmıştır. Günümüzde Robert Kolej’i barındırmakta olan eski kız kolejinin kuruluşunda en önemli görevleri yüklenen Dr. Mary Mills Patrick ise, ilk kez 1871 yılında Erzurum’da bir göreve atanmış. Bu hanımı, 1890 yılında Üsküdar’da açılmış olan Amerikan Kız Koleji’nin müdiresi olarak görüyoruz. Üsküdar’daki okul binası yanınca, Dr. Patrick büyük gayret sarfı ile Arnavutköy’deki arazinin satın alınmasını ve 1911 yılında yeni kız koleji binalarının temellerinin atılmasını gerçekleştirmiştir.

Yukarda verilen tarihlerden anlaşılacağı gibi Amerikan kız ve erkek kolejleri, Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde, elde ettikleri “padişah iradeleri” ile çalışmaya başlamışlar; Birinci Dünya Savaşı sonunda Osmanlı Devleti’nin ortadan kalkması ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasına tanık olmuşlar; Avrupa’yı kasıp kavuran İkinci Dünya Savaşı sırasında bile çalışmalarını kesintisiz sürdürmeyi başarmışlardır. Başlangıç yıllarında erkek koleji Amerika’nın New York eyaletinde, kız koleji ise Boston eyaletinde kayıtlı vakıflar tarafından yönetilmekteymiş. 1938 yılında, öncelikle parasal sorunlarını çözümlemek amacı ile (bu okulların giderlerini, öğrencilerden toplanacak paralar ile karşılamak hiçbir zaman düşünülmemiş bile) iki vakıf birleşmiş ve merkezlerini New York’ta toplamışlardır. İki okula, yine giderleri kısmak için tek bir müdür atanması yoluna zaten 1932 yılında gidilmiş idi.

1958 yılında alınan izinle Rumelihisarı kampusunda Robert Yüksek Okulu açılmış, bir süre sonra mahkeme kararı ile özel yüksek okulların kapatılması gerekince, 1970 yılında bu kampus Milli Eğitim Bakanlığı’na hibe edilerek, çıkan özel bir kanun gereği oradaki tesislerin Boğaziçi Üniversitesi olarak eğitim hizmetlerini sürdürmesi sağlanmıştır. Aynı yıl içinde kız ve erkek liseleri birleştirilerek, Arnavutköy kampusunda İstanbul Amerikan Robert Lisesi’nin düzenlenmesi gerçekleştirilmiştir. Son olarak 1987 yılında, evvelce kapatılan erkek lisesinin eksikliğini karşılayacak şekilde Robert Lisesi’ne yeni bir fen binası, bir tiyatro binası ve bir de kapalı jimnastikhane yapımı için izin alınmıştır. Bu binaların tamamlanması ile (1990’da çalışır hale gelmeleri umulmaktadır) öğrencilerimize daha verimli çalışma olanakları sağlanacağına inanmaktayım.

Tümüyle Amerikalı kişilerin bağışlarıyla oluşmuş vakıfların yönetimi de, doğal olarak, bu bağışları yapanların aileleri ve onların çevrelerinden seçilen “mütevelli heyetleri” tarafından yürütülmüştür. 1960’lı yıllarda ilk kez Amerikan vatandaşı olmayan ve İstanbul’da yaşayan kişiler de bu mütevelli heyetine üye seçilmeye başlandılar. 1970 yılında ise, kolej mezunlarından oluşan bir grup, bu kez bir Türk vakfı olarak Hisar Eğitim Vakfı’nı kurdu. Bu kanaldan, çoğunluğu yaşamlannı Türkiye’de sürdüren “kolej”lilerin okullarına destek sağlama yollan açılmış oldu. Öyle ki, yukarıda anlatılan üç yeni bina için sarfı düşünülen 3 milyon dolarlık yatırımın yaklaşık üçte birinin Türkiye’de kolej mezunlarınca karşılanması planlanmıştır.

Şöyle ya da böyle, kanımca, bir eğitim kurumunun önemi, mezunlarının toplumda elde ettiği sonuçların değerlendirilmesi ile ortaya çıkar. Ya da bu eğitim yuvalarının içinde yaşadıktan toplumu ne denli etkiledikleri ölçülmelidir. Her iki açıdan Robert Kolej’e bakarsak, ortaya çıkan görünümü şöyle özetleyebiliriz.

Önce spor dalını ele alalım: Günümüzde Türkiye’de futboldan sonra en çok izlenen oyun olan basketbol, kanımca Robert Kolej’in katkısı olmasaydı bu duruma gelemezdi. Bir okul kampusunda cirit atmadan engelli koşulara kadar tüm atletizm oyunlarının gerçekleştirildiği spor alanlarının kurulmasında, yine Robert Kolej’in önder olduğu muhakkaktır. Mezunları adlarıyla anmak ve hele kolej gibi 125 yıldır sürekli mezun vermiş bir okulun öğrencilerinin başarılarını ayrı ayrı dile getirmek olanak dışı. Ancak mezuniyet yılı sırasıyla giderek Halide Edip’ten (Adıvar) başlayan uzun bir yazarlar listesini; İstanbul’da pek çok tiyatro sahnesini doldurduktan sonra başka Amerikan sahnelerinde de boy gösteren pek çok oyuncuyu; siyasi yaşantımızda Başbakanlığa varana dek pek çeşitli görevler yüklenen kişileri; üniversitelerimizde öğretim görevi yüklenen pek çok doktor ve profesörü; gerek uluslararası kuruluşlarda, gerekse dışişlerimizde büyükelçilik ve benzeri üst düzeyde görev alanları ve ülke kalkınmasında azımsanmayacak katkıları bulunan sanayici ve işadamlarını – hep, bu kolej listelerinde bulmak olasıdır.

Son yılların ülke gençliğini pek yakından ilgilendiren bir olayı, muhakkak ki, üniversite giriş ve seçme sınavlarıdır. Robert Lisesi’nden mezun olup da bu sınavlarda iyi derece tutturamamış ve yanılmıyorsam seçmek istediği dala girememiş “kolejli”ye rastlanmamıştır. Öte yandan, ilkokullarından ayrılıp ortaöğretim için başvuran yüzbinlerce çocuk arasından sadece 50 kız ve 50 erkek öğrenci seçildiği göz önünde tutularak “Zaten parlak bu gençlerin başarılı olmaları beklenen bir şeydir” denebilir. Ancak, Robert Kolej’de, kökeni Amerikan sistemlerine dayanan eğitim uygulamasının bu parlak gençlere kişiliklerini bulmakta özellikle yardımcı ve yol gösterici olduğuna inancımın tam olduğunu belirtmek isterim.

Bu yazım bir mezuniyet töreni anısı ile başladı, yine bir başka mezuniyet töreni anısı ile son vermek istiyorum. Robert Lisesi’nde her yıl, davetli konuşmacıdan sonra bir kız ve bir erkek öğrenciye konuşma fırsatı verilir. Bir keresinde, bu konuşmayı yapan genç: “Bu okula inancım tamdır, çünkü bu okula geldiğim andan itibaren adımla çağrılmaya başlandım ve bir önceki okulumda olduğum gibi bir kayıt/sıra numarası olarak tanımlanmaktan kurtuldum” dedi. Doğaldır, oturduğum dinleyici locasından gözlerimin yaşarmasını önleyemedim. Kızıltoprak 6. İlkokulu’nda benim de adım, okula kayıt numaram olan 87 idi.

( *) THEODORUS HALL

Theodorus Hall, görkemli istinat duvarları yapılarak, tepede oyulan bir yere oturtulmuş. Binanın önünden kaldırım taşlı bir belediye yolu geçer. Bu yoldan bir beton köprü ile binanın dördüncü ya da beşinci katına girilir. Altta dört kat çukurda, üstte dört kat açıkta. Sanırım tüm bina dokuz katlıydı. Girişte hemen solda bina amirinin ofisi. Birbirine geçen üç oda halinde düzenlenmiş. İlk odada iki sekreter.

*

Ofisin önünde binanın giriş sahanlığı ve binanın merdiven kuyusu var. Geniş mermer merdivenler. Döne döne, bina boyunca iner ve çıkar. Ömrümüzün çoğu da bu merdivenlerde geçer. Yatakhaneler üst katlarda. Yemekhane ise en alt katta. Giriş katında, bina amirinin ofisinin yanında, toplantı ve çalışma salonu var. Hangar gibi bir yer. Binanın yan katını kaplar. Akşamlan yemekten sonra, tüm yatılı öğrenciler burada toplanır.

*

Kampustaki tüm binalar zengin Amerikalıların yaptıkları bağışlar ile gerçekleştirilmiş. Yedi ya da sekiz büyük bina var. Hepsine de birer isim verilmiş. Her zaman parayı verenin kendi ismi değildir bu. Bazen okulu yöneten ya da yönlendiren kişilerin isimleri verilmiş binalara. “Theodorus” ise klasik Yunanca. Galiba “Tanrı’nın bağışı” anlamına geliyor. En fazla parayı veren düdüğü çalar demişler, herhalde. 1909’da inşa edilmiş. “hall” deyimi ise İngilizce. Bizdeki “han” terimi gibi. Büyük binalar için kullanılır. Özellikle okulların büyük binaları hep böyle çağırılır. Robert Kolej’de de öyle. Hamlin Hall, Theodorus Hall ve benzeri. Hep binaların adı var.

Günümüzün deyimiyle “hazırlık”, benim dönemimdeki adıyla “ıhzari” sınıfı ile orta – I’lere ayrılmıştı Theodorus Hall. 1939 yılında. Küçük öğrencileri büyüklerden sakınmak ve saklamak gereğini düşünen idare, kampustan adeta ayrı kalan bu binaya bizleri kapatmayı yerinde görmüş. Kampusa bir büyük demir kapıdan geçilerek varılır. Öte yanda, Bebek’teki sahil kapısından sırta tırmanan yol, bu demir kapının önünde Hisar’ a doğru bir dönüş yapar, aşağı iner. Sosyal Hizmetler Binasının arkasından dolanır şimdiki Profesörler Evi’nde sona erer. Amerikalılar kendi yollarını asfaltlamışlar. Bu asfalt yolu yüksek bir taş duvar ayırır. Duvarın arkasında arnavutkaldırımı. Bu yol Nafi Baba Tekkesi ile Rumeli Hisarı’nı birbirine bağlar. Belediyenin. Kampustan Theodorus Hali’ e gitmek istersen, önce demir kapıdan gir, arnavutkaldırımını geç, binanın orta yerine saplı duran beton köprüden içeri dal.

*

Theodorus’un köprüsünden arnavutkaldırıma çıkılır. Oradan kampusa büyük demir kapıdan geçilir. Kapının yanında taştan bir bekçi odası yapılmış. Kışın içinde soba yanar. Bekçiler üşümesin diye.

Kolejin hastanesi, Theodorus Hall’ün karşıtı olan köşede, büyük spor alanının öbür ucunda, çukur bir yerdedir.

*

Theodorus Hail bir çukura inşa edilmiş. Binanın iki yanı, beş metre aralıkla, belki otuz metre yükselen istinat duvarları ile çevrili. Bu duvarların üstüne sadece dördüncü kattaki köprüden çıkılır. Dipte, zemin kattan bahçeye çıkış var, ama bahçe de çepeçevre kapalı. Bahçe bir set halinde düzenlenmiş. Kampusa ve dağa doğru iki yanda kocaman istinat duvarları. Hisara bakan tarafta kaldırımdan başlayan ve spor alanının sonunda derinliği yirmi metreyi bulan bir istinat duvarı var. Adeta uçurum. Üstüne direkler dikilip, teller çekilmiş. Çıkmak olanaksız. Yola gelen köşede bir demir kapı var, ama her zaman kilitli. Yüksek ve üstüne de dikenli teller çekilmiş. Tırmanmak olanaksız. Bahçe bir oyun alanı olarak düzenlenmiş. Kuzeye bakan dördüncü kenar ise adeta havada. Belki otuz metreyi aşan bir istinat duvarına oturtulmuş. Üstünde yine teller. Bu kenarda yine köprü ile geçilen, yarısı bahçenin altında kalan, üst iki katı bahçeden görülebilen bir bina daha var. Burası da Theodorus Hall’e ayrılmış, kısmen. Köprüden geçilince üstte kalan bölüm bizim jimnastikhane. Küçük sayılır ama bizim boyda çocukların tam takım basket oynayacakları kadar bir alan var. Altta soyunma odaları ve duşlar. Binanın alt katlan ise okulun marangozhanesi.

SU MUSLUKLARI

Robert Kolej’in su muslukları herkesin ilgisini çeker. Okul binaları yapılırken bunlara gerek görülmüş olmalı. Çocukların helalardan ya da yıkanma musluklarından su içmeleri önlenmek istenmiş olsa gerek. Koridorların dönemeç yerlerinde ya da avlularda böyle özel su içme yerleri vardır. Beyaz, fayans bir yalak. Bir yanında, biraz yükseltilmiş bir fıskiye. Onun hemen arkasında basılacak bir düğme. Bazen de yalağın alt tarafında elle bükülecek bir döküm kol vardır. Düğmeye basınca fıskiyeden tertemiz, soğuk su fışkırır. Boşuna akıtırsan, su havada bir döner ve yalağın içine akar. Başını fıskiyenin üzerine eğersen suyu lıkır lıkır içersin. İlk günler bu yalakların ne olduğunu anlayamamıştım. Merak ettim. Soramadımdı. Kısa sürede öğreniverdim.

SPOR SALONU

Demir kapıdan sırayla çıkarıldık. Asfaltı aşıp spor alanında sola döndük. Alanın kuzey yönünü baştan başa kaplayan bina. Social Hall. Bugünün Sosyal Hizmetler Binası. Üzerinde durduğum şu köprüden geçirildik. Şu dayandığım trabzanların dökme demir olduğunu anlayan kim. Merakla birbirimize sokulmuş, itişiyoruz. İçeri girince esas jimnastik salonuna gitmek için on basamak inilir. Bizi ise yukarı çıkardılar. Bir avlu. Sol yanda bir kapıdan bir balkona çıktık. Büyük jimnastikhaneyi fırdolayı dönen, tavandan asılı, dar bir balkondu burası. Bastığımız yer bir acayip. Deri ile kumaş karışığı bir şeyle kaplanmış. Kaygan. Adeta yumuşak. Lastik gibi. Ayağın batıyor sanki içine. Zemin de öne doğru eğri. Köşelerde genişliyor, düzleniyor. İki yanda ise eni en çok bir buçuk metre. Meğer koşu balkonuymuş. Salona bakan yön parmaklıklı. Çepeçevre. Parmaklığın boyu göğsümüze geliyor. Dayanınca aşağısını rahatça seyrediyorsun. Kuşbakışı. Balkondan esas jimnastikhaneye inmek için, taa öbür uçta yerde ufak bir delik var. Duvara çakılmış, asma merdiven gibi tahta borular. Jimnastik yapan buradan balkona tırmanabiliyor. Ya da balkondan sallanıp aşağı inebilirsin.

*

Tahtaları parıldayan, gıcır gıcır bir jimnastik salonu, altımızda. Hangar gibi. Kocaman bir alan. Balkonun iki ucuna demir kollarla basket potaları asılmış. Balkondan erişemiyoruz. Altta, salonun iki yanına birer sıra tahta iskemle dizmişler.

GİZLİ BİR GEÇİT

Gizli çıkış yolunu da Ahmet keşfetti. Bahçe düzeyinde, bahçe ile istinat duvarı arasında bir tahta kapı var. Hep kilitli durur. Nereye gittiği belli değil. Açıldığı da hiç görülmemiştir. Ahmet’in elleri çok hünerlidir. Hiç sesi çıkmaz. Sabırla uğraşır. İğneyle kuyu kazar. Jiletle yontarak Nurkalem’in açılmamış ucuna iki minareli bir cami oymuş. “Çıt! Çıt!” Kalemi alan Metin, oğlanın gözünün içine baka baka iki minareyi de kırdı. Ahmet fena bozuldu. Doğrusu ben de üzüldüm. Üstelik az kalsın kapının esrarını öğrenemeyecektik. Sen uğraş, didin. Bükülmüş bir tel sokarak kapıdaki kilidi aç ve kimseye görünmeden içeri süzül. Meğer büyük spor alanının altı köstebek yuvasıymış. Kampusa dağılan sekiz binanın hepsi de tek merkezden ısıtılırmış. Bu nedenle tüneller açılmış vaktiyle. Yükseklik iki metre. Genişlik bir buçuk metre. Duvarlar taş, tavan kemerli. Soğuk ve karanlık. Pek seyrek lambalar var. Bulup yakacaksın. Yine de loş. Yanından sımsıcak bir boru geçer. Daha doğrusu iki boru. Biri sıcak. Öbürü soğuyan suyu geri götürüyor. Yerler hep ıslak gibi. Toprak. Küf ve pas kokuyor. Havasız mı havasız. Hele bir yerde dört tünel birleşiyor. Yanlış saparsan kendini bilmediğin bir binanın altında bulursun. Yalnız bir tanesi, futbol alanının uzak yönündeki kütüphane binasının (Alexander Van Milligen Hall) temeline yakın bir yerden bahçeye açılıyor. Burnunu tıkarsan, örümcek ağlarına aldırmazsan, yüreğin küt küt atar, ama sonunda kampusun taa öbür ucunda bahçeye çıkarsın.

ANDERSON HALL

Kırk basamağı çıkmıştı. Merdivenin bitiminde bir set bırakılmış. Bina on metre kadar geri çekilmiş. Merdivenin hemen karşısında Anderson Hall’ün giriş kapısı. Nedense hep bu kapı ve bu merdiven kullanılır. Oysa on beş metre beride yine spor alanına inen bir merdiven ve onun karşısında bir kapı daha vardır. Orasını kimse kullanmaz. Herkes burayı esas giriş kapısı bellemiştir.

*

Altıncı katın üstünde iki kat daha var. Yatakhaneler bu üst katlarda.

*

Anderson Hall tepenin üstüne oturtulmuş. Kampustaki tüm binaların üzerinden bakar.

Theodorus Hall’ün dört yanı kapalı alanından sonra burası cennet. Önce her tarafı açıklık. Alanın düzlüğü bittikten sonra yükselen tepe ağaçlık ve Nafi Baba Tekkesi’ne kadar bahçe uzanıyor. Güney yanda, kaleden sonrası da apaçık. ünce dik sonra hafifleyen bir meyille iniliyor. Bebek’e inen asfalt yol ve onu da aşınca kolejin büyük koruları. Theodorus Hall’ün altındaki kalorifer tünelinden binbir eziyetle kaçtığımız korular artık bizim oldu. Dileğince koştur. Ağaçlara tırman.

*

Üstelik Anderson Hall’de yemekhane yok. Yemek için kampusu aşıp karşıdaki kolejin en eski binası Hamlin Hall’e gitmemiz gerekiyor. Biz küçükleri o binaya doğrudan da sokmazlar. Yanından dolanıp, teras denilen bahçeye ineceksin. Sonra dış taraftan Hamlin Hall’ün ikinci katındaki ortaokul yemekhanesinin merdivenlerini tırmanacaksın. Yemekhanenin iç tarafa açılan kapılan da hep kilitli tutulur. Bize yasak. Ancak öğretmenler oradan geçebilir. Hamlin Hall’e girmek için lise öğrencisi olmak gerek. Ağabeyim orada yatıyor. Onun yanına gitmem için bile özel izin gerek. İşte böyle. Sekizinci kattan in aşağı, binanın önündeki setin merdivenlerini de in. Futbol alanını geç. Hamlin Hall’ün arkasına dolan. Elli basamak daha tırman. Sonra gerisin geriye.

*

Anderson Hall’de merdiven sahanlıkları geniştir. Kat aralarındaki sahanlıklardan, binanın arkasına çıkma yapılarak yerleştirilmiş tuvaletlere geçilir. Merdiven boşluğunu ısıtan radyatörler de kat aralarındaki sahanlıklara yerleştirilmiş.

KÜTÜPHANE

Büyük kütüphaneye bayılıyorum. Bizlerin girmesi yine izine bağlı. İdarenin olduğu büyük binada. Futbol alanından girilen katta. Müdürlerin oturma adalan, salonlar var. İnsan girmekten ürküyor. İçeri girince solda, mermer bir merdivenle kütüphaneye çıkılıyor. Dıştan iki ayrı kat gibi görünen, içerdeyse tek katlı bir büyük salon var. Kapıdan girince ufak bir avlu. Sağda bir banko ya da barımsı bir yer. Kitaplar oradan alınıp veriliyor. Solda ise kocaman bir salon. Tavanın yüksekliği herhalde on metre var. Salonun derinliği en azından otuz beş, genişliği de yirmi beş metreyi buluyor. En dipte, güneye bakan cephe hep büyük camlarla kaplı. Çok aydınlık. Kocaman, masif tahta masalar var. Sağlı, sollu dizilmiş. Her masa iki metre eninde, belki on metre boyunda. İki yanlarına gene açık renk tahtadan yapılmış koltuklar konulmuş. Kunt ve rahat. Ağır ama yerinde sabit değil. Oynatabiliyorsun. Bayıldım. İnsanın oturup okuyası geliyor. Başka bir şey de keşfettim. Pek şaşırdım. Avlu gibi olan yerin iki yanında iki mermer merdiven var. Salonun içinde. Avlunun üstüne bir asma kat yapmışlar. Bu da yetmemiş. Büyük salonun iki yanına, boydan boya iki balkon yürütmüşler. Sırayla masalar var. İkişer kişilik. Karşılıklı. Her masanın ortasında bir elektrik lambası. Al kitabını. Çık balkona. Kendine bir masa seç. Yak lambanı. Okumayıp da ne yapacaksın. Ne zevk. Bundan sonrası cennet.

*

Kayıt işleri, kolejin muhasebesi hep alt katlarda. Babamın işleri belli olmaz. Yine okul taksidini yatırmamış. Birkaç kere çağırdılar. Kayıt işlerine gide gele, binayı öğrendim. En altta kocaman bir “book store” var. Her türlü kırtasiye, kalem, defter, kağıt. Tüm ders kitapları orda satılıyor. O yüzden “kitap dükkanı” demişler adına. İngilizce.

*

Telefon ofisi denilen yer kütüphane binasında. İç içe, iki büyük oda. Dipteki odada telefon santralı var. Yarını duvarlı. Önde bekleme yeri ve iki tane dolap gibi yer. İçlerinde telefonlar durur.

ARNAVUTKÖY AMERİKAN KIZ KOLEJİ

Kız Koleji’nin yokuşunu tırmanırsın. Karşına gelen ortadaki büyük binada. İçindeki koltuklar sarı kumaşla kaplı olduğu için Sarı Salon deniyor.

*

Bizim Bebek’teki gibi dik değil, ama oldukça uzun süren bir yokuş çıktık. Bir ufak köprü. Bir meydan. Karşımızda Kız Kolejinin binaları. Bir sıraya dizilmiş beş ya da altı bina. Bizimkinden küçük gözüktü Kız Koleji. Ortada merkez bina. Gould Hall. Önünde büyük sütunlar. Aşağıdan bakınca büyük duruyor. Uzun ve dümdüz yükselen yokuş bir yolun tepesinde. Bizim danışman öğretmen de şaşkın. İlk gelişi. Yokuştan sonra beş metrelik bir teras. Toprak. Sonra binanın basamakları. Geniş.

*

Geniş bir hol. Her taraf mermer. İki yanda iki koridor. Sağa ve sola. Onlar da hep mermer. Tam karşıda ikinci bir kapı. Otomobille binanın arkasına dolaşan oradan içeri girermiş.  Her yan pırıl pırıl. Tertemiz. Gıcır gıcır. Holde dört, beş tane dik arkalı eski taht gibi koltuklar var. Deri kaplı. Üzerlerinde sarı başlı çiviler. Pirinç çiviler bile parlatılmış. Holün dört köşesinde, camlı kapılarla girilen odalar var. Yerde bir tane toz bulamazsın. Hayran bakakaldık. Kapı tokmakları bile parıldıyor.

*

Sarı salonda bir sürü koltuk ve kanepe. Hepsi sarı kumaşla kaplanmış. Kenarları süslü. Koltuk başları işlemeli. Zengin bir konağın kabul salonu gibi. Kenarda kuyruklu bir piyano. Salon öyle kocaman ki, kuyruklu piyano bir köşede kalmış.

HAMLIN HALL

Binaya adını veren ve okulu kuran Cyrus Hamlin. Bina eski kervansaraylar gibi. Ortası açık. Kocaman bir avlu. Spor alanı için bir set yapmışlar. Onun istinat duvarlarından üç metre açıklıkta. Bina çukurda kalıyor. İlk üç katı alanın altında. Alandan binaya bir köprü ile giriliyor. Alanın üstünde dört kat daha var. Sanırım ilk yapıldığında daha spor alanı yokmuş ve bina dört katlıymış. Alan yapılırken binaya da birkaç kat ilave etmişler. İç avluya açık, çepeçevre balkon gibi koridorlar var. Öyle ki kışın yatakhaneden çıkınca yağmurla karşılaşırsın. Yanılmıyorsam 1959 yılında, yani biz mezun olduktan on üç yıl sonra, Hamlin Hall’ün çatısı değiştirildi ve avlunun üstü de kapatıldı. Bizim zamanımızda dipteki mermer avluya yağmur yağardı.

BUGÜNKÜ ROBERT KOLEJ

Anderson Hall’ün merdivenlerinden inmiş, ağır ağır spor alanına yürüyordu. Tam santra yerinde durdu. Gülümseyerek etrafına bakındı. Anderson Hali arkasında. Solunda Sosyal Hizmetler Binası. Sağında kütüphane ve idare binası. Karşısında, tam ortada Hamlin Hall. Onun solunda Washburn, sağında Albert Long Hall ve büyük toplantı salonu. Ne olmuş yani. Yaşam onu almış, nerelere sürüklemiş. Adı geçen bir adam, mesleğinde. Şimdi de ayakları onu sürüklemiş. Alanın ortasında. Santra noktasında. Kendini arıyor. Eski kolej, yeni Boğaziçi Üniversitesi’nde. Ürperdi. Göğe baktı. Güneş dönüyor. Kütüphane binasının çatısına yaklaşmış. Bu alanda her zaman bir esinti olur. Ne olsa Hisar’ın tepesi. Deri ceketini giydi. Hamlin Hall’a doğru ağır ağır yürüdü. Binaya girmenin anlamı yok. Terrace’a ineyim. Daha ilginç.

*

Bir sıraya dizilmiş Washburn Hall, Hamlin Hall ve Albert Long Hall. Onların arkasında ayrı bir istinat duvarı ile bir set-bahçe yapmışlar. Orta alandan yirmi metre alçakta. Terrace, yani taraça diye anılır. Buradan Boğazı seyretmek çok güzel olur. Terasın istinat duvarının hemen dibine Tevfik Fikret, bugün müze olan Aşiyan Köşkü’nü yaptırmış. Onun da manzarası harika.

*

(*) Okul binalarını tanıtan bu bölüm, yazarın 1939-1946 yılları arasındaki kendi öğrencilik yıllarını esas alarak yazdığı ALMA MATER adlı anı romanından alınmıştır.

Ali Neyzi

tr_TRTurkish