Hal ve Gidiş Sıfır ya da Zeyrek Orta İki
“Zeyrek Orta deyince, ispanyol kökenli ve esrarlı bir biçimde ölen anarşist Almerayda’nın oğlu Jean Vigo’nun “Hal ve Gidiş Sıfır” adlı sinema tarihinde çok önemli bir yeri olan filmini anımsıyorum…”
O zamanlar Beyoğlu’nda oturuyoruz ve ben Zeyrek Ortaokulu’nda ikinci sınıfta okuyorum., yıl 1945.
Neden bilmiyorum, ta Şehzadebaşı’ndaki Vefa Lisesi’nin karşısına düşen Zeyrek Orta’ya (1944 Eylülünde) yazdırılmışım. Ahşap, konaktan bozma ve üç katlı olan bu okulu, -ki eve her anlamda hep uzak kaldı-, bitirinceye kadar da çıkmadım.
Bir ‘cezaevi’ne filan düşmüşsün ama aldırmıyorsun! Çünkü ve herhalde diyordum, ilkokul çağlarında Cankurtaran’da otururken Ayasofya önünde bir idam uygulaması görmüşsün ve işte buradan geliyorsun!
Sabahları, kapıları (bu arada basamakları da) kapandığı için asılınamayan Edirnekapı-Bahçekapı sarı karantina renkli kamu tramvaylarıyla okula giderdik: ‘Asılmak tehlikeli ve yasaktır!’
(İstanbul’u bilenler şaşırmasın! Çünkü bu ‘tombul’ tramvaylar geceleri Mecidiyeköy Tramvay Deposu’nda gecelerlerdi. İşte biz de bu ilk sefere Ağacami durağından katılırdık.)
Akşamları, eve dönerken de Fatih-Harbiye kırmızı ‘balıketi’ tramvaylarını kullanırdık. Onlarda da, herhalde ‘yaşamadığımız’ için ne anlama getirildiğini bilmediğimiz ‘Asılmak tehlikeli ve yasaktır’ yazardı. (Ben bu kara yazının ne anlama geldiğini, iki olayda da, 1971 (72) ve 1980 (81)’de çok iyi anlayacağım, anladım, sanırım anladım!) Yine biz, özellikle yaz aylarında, arkadaşlarla birlikteyken iş ya da oyun olsun diye asılırdık. İki ayrı teknikte.
Ağacami değil de Taksim’den binersek hatta oturacak yer de bulabilirdik. (O gün Kurt Coswig’in Tabiat Bilgisi’nden ya da – madem ki bir omuzumda doldurulmuş bir Simruğ’la (Simurg) dolaşarak yalnızlığımı dağıtmaya çalışırım hep, o halde– Kuşbilim’den tahtaya kalkacaksan sarsıntılı tramvayda bile ineklemen gerekir!)
Beyoğlu’nda o zamanlar ‘azınlık’ ‘çoğunluk’taydı. Yani Hıristiyan ‘sünniler’i, ‘ortodokslar’. Bakkallar, çocuk doktoru Fakaçelli de Rum’du. Benim mahalledeki arkadaşlarımın yarısından çoğu da Rum (güzelim ‘taylar’ ve ‘sıpalar’ bir yana; kendisini apartmanın tanrıçasına çıkarıp kırık bir küpün üzerine yatırdığımız ve bize çocuk sesiyle ‘..ma içime işemeyin’ diyen kapıcı Manuk’un kızı Mari) ve Ermeni’ydi (şimdi doktor olan Katolik ve ürkek Yetvart Delda ve Nane Sokağı’ndaki malak gibi çakır gözlü [belki de biraz gökgözlüye çalıyordu] o sarışın çocuk, -arkadaşım filan değildi ama belirli bir konuda gizli suç ortağım olan ve beni 15-20 kuruş ucuza koyun kırar gibi tıraş eden zayıf ve yaşlı berber de- böylece Alkazar’da ‘paradi’ ya da ‘duhuliye’de ‘Frankenştayn’ın Nişanlısı’nı ya da ne bileyim ‘Fu-Man-Çu’yu seyredeceğiz-).
Yaşlı kadınlara yer vermemek için de önümüzdeki kitaba kapanırdık ya da boşsak başımızı çevirip dışarı bakma numarasını yapardık. Yine de bıyıklı bıyıklı madamlar memelerini ya da çantalarını kazayla olmuş gibi kalkalım da onlara yer verelim diye bize boyuna vurup dururlardı.
Beyoğlu’nda fuhuşla iç içe yaşadığımız için de (bizim ev, kerhane Abanoz’a çok yakındı -hatta geçen yıllar Zeyrek’ten bir arkadaşa rastladığımda bana “Hala Abanoz’da mı oturuyorsunuz?” diye sormuştu-, küçüğü Ziba az aşağımızdaydı… Randevucu mamalar ‘çift kapı’ Çanakkaleli Melahat, Batı müziği konserine giden Madam Katina, kardeşi Madam Atina, mitoloji bilen orospular.. Kısacası, -Missouri zırhlısı da yakında 1946’da geliyordu-, cumhuriyette fuhşun en ünlü günleri yaşanıyordu) sabahları okulun bahçesinde olup bitenlerden konuşurduk.
Kendisine tombala oyununda hep ‘çinko’ çıkan orospu: Tatar Necla. Bir gece önce, mahallenin orospularından olarak benimsenmiş Kadıköylü Nesrin’in, kendisi ‘mezarlık orospuları’ndan olmadığı halde Edirnekapı mezarlıklarına kaçırılmıştır. Taksilere doluşarak mezarlık mezarlık dolaşmamızı bu yüzden uykusuzluğumuzu anlatırdık. Sonra da nedensiz haydi hürya helalara dalardık!
İlk otuzbirimi orta birde, Jules Verne’in Aya Seyahat romanını okurken çekmiştim. Ondan sonra zaten dersten çıkış zili çalar çalmaz kendiliğinden helaya koşuyorsun!
Bir Arsen Lüpen romanını okuyorum; kagir bir evin üst katında cinayet işlenmiş, alttaki odaya tavandan kan damlıyor. Ben de yeşil mürekkeple, -evet yeşil-, ilk şiirimi yazmıştım, yazmışım: ‘Damlalar! Damlalar!’ Sıramız en öndeydi, sıra arkadaşım da şiirimi temize çektiğim defteri birdenbire kapıp hınzırlık olsun diye ‘etüt’ dersinde kürsüde kitabını okuyan yazın öğretmenimiz Niyazi Tarman’a götürmüştü. Öğretmen okudu ve bana ‘Edip olacağına edepsiz ol daha iyi’ demişti.


Okul sözcüğü herkese ayrı çağrışımlar yaptırmaz mı? Bu “İlim – irfan yuvası” göze bazen bir hapishane, bazense özgürlüğe kavuşulan mekan olarak görünür. Okul bitip de aradan yıllar geçti mi her şeye rağmen tatlı bir anı olarak kalır bellekte.
Niyazi Tarman belki ‘zabit’likten geldiği için olsa gerek Almanca biliyordu herhalde. (O zamanlar subaylar Almanca bilirlerdi, başlangıçtan bu yana da Napolyon hayranıydılar, bu şimdi biraz ‘baba’ arayışına dönüştü galiba. Neyse.) O yüzden bize Alman yazınını, Kleist’i, Chamisso’yu, Stefan Georg’u, Schegel Kardeşleri, Zweig’ı, E. T. Hoffmann’ı… okumamızı söyler dururdu. (Zweig’ın İfritle Mücadele ile Yıldızların Parladığı Anlar kitaplarını bize sınıfta satmıştı. Hendrik van Loon’un bir çeşit coğrafya-tarih kitabını da.)
Ali Korna kağıdına basılmış ‘Nutuk’. Yine çok güzel bir kağıda basılmış ilk ciltlik ve Vasfi Mahir Kocatürk’ün derlediği (dünya) Şaheserler Antolojisi’ni ise nasıl elde etmiştim çıkaramıyorum. Oradan Alman Körner’i, İngiliz Burns’ü okumuştum. Hele Dostoyevski’nin Kartal’ını hiç unutamıyorum.
‘Çocuk ve Allah’ı, Darüşşafaka’dan Vefa’ya gelmiş Eskişehirli bir arkadaş söylemişti. (O zamanlar da Darüşşafaka acımasızdı, çocukların yetim olduklarını ve Darüşşafaka Cemiyeti’ndeki masonlardan yardım gördükleri anlaşılsın diye çocuklara üniforma giydirilirdi, bir yıl sınıfta kalınınca da ‘insan’ okuldan çıkarılırdı, çıkarılanlar da Çarşamba semtindeki arkadaşlarına uzak düşmemek için genellikle yurdu olan Vefa Lisesi’ne gelirlerdi.) Sonra Nihal Atsız’ın Bozkurtların Ölümü. Mehmet Akif’in Safahat’i. Ahmet Rasim’in Fuhş-u Atik’i (ben onu ilkin kendimce ‘Ayağına Çabuk Fuhuş’ diye çevirmiştim. Osmanlılarda sevicilik üzerine olan Hamamcı Ülfet de ekliydi kitaba.)
Dergilere gelince: Sabahattin Ali’nin, Aziz Nesin’in ve Rıfat Ilgaz’ın Asmalımescit’te çıkardıkları haftalık Marko Paşa’yı alırdık Şehzadebaşı’ndaki şadırvan köşesinden. Büyük Doğu’nun kimi sayılarını da. (Ben bir sayı da Yahudice Şalom’u almıştım.)
Kimi zaman da okulun az arkalarında kalan Atıfefendi kitaplığına giderdik.
Ve genellikle Siirt kökenli Zeyrekli, Küçükpazarlı arkadaşlarla futbol maçı oynardık. (Bizim Beyoğlu’ndaki takımımızın adı Hava Çeliği idi; biz de söver, çok uzağa işer ve çok uzağa tükürürdük ama ağızları bir acayip bozuk, dayılanan, gerekmediğinde bile maraza çıkaran anasının gözü Tomtom Kaptan takımını nasıl olduysa bir gün İnönü Gezisi’nin önünde bir kez yenmiştik. Bez topla.)
İşte o günlerde, belki de ‘Aile’ dergisinde, ‘devlet şairi’ olarak bilinen Yahya Kemal, Rabia Hatun’un fistan eteğini kaldırarak onun erkek olduğunu, o şiirleri yazanın İsmail Hami Danişmend’in kendisinin olduğunu anlatmıştı. ‘Men sana hasretem senin yanında bile.’
İsmail Hami Danişmend deyince aklıma şu hikaye gelir: Bir gün V. Mustafa sormuş ‘Sıfır nedir?’ İçki ve sohbet meclisinde bulunan ‘müşekkel’ Hasan atılmış ve “Efendim” demiş “işte mesela sizin karşınızda bendeniz!” Derler ki ondan sonra devlet ona “yürü ya kulum” demiş ve Dragos’ta, Ankara’da, evler, dükkanlar, arsalar edinmiş. Kalan ‘ikizler’i de, -toplam üç çocuk-, 40 yıl boyunca sürekli içtikleri, değiştirerek paralı sayısız sevgililer tuttukları halde mirası, daha doğrusu artı-değeri ye ye bitirememişlerdir.
Beytülmal’a bakan bir adamın da bodrumunda Köy Enstitüsü Kanunundan, özür dilerim dilim sürçtü, Milli Korunma Kanunundan kaçırdığı şekerler hikayesi de var. (Ankara’yı o günlerde sık sık sel basıyordur.) Ama öğrenci pratiği çerçevesine pek uygun düşmeyebilir.
Kısacası gerek bahçede gerek helalarda herkes ve her şey konuşuluyordu!
Bu yüzden Zeyrek Orta deyince, İspanyol kökenli ve esrarlı bir biçimde ölen anarşist Almerayda’nın oğlu Jean Vigo’nun ‘Hal ve Gidiş Sıfır’ adlı sinema tarihinde çok önemli bir yeri ve etkinliği olan ünlü ve beni çarpan filmini anımsıyorum. Zaten biz de yatılı okulda gibiydik.
Merhaba hal ve gidiş sıfır! Merhaba Zeyrek orta ikinin fazla ya da az babalı çocukları!
Ece Ayhan