KALDIRIM ÇEŞİTLEMELERİ
“Kaldırım sorunumuz aslında ciddi ise de sanıldığında umutsuz değildir. Otomobil sanayiimiz her yıl artan üretimi ve plaka sayısıyla ulusal kaldırım sorunumuzu çözmek için büyük çabalar sarf etmektedir.”
“Kal-“ kökünden türetilen kaldırmak, kaldırılmak Türkçede sıkça kullanılan yardımcı fiillerdir! Eylem bildiren anlamları yanında, soyut kavram ve somut durumları anlatmaya da elverişlidirler. Çok yerde ve çok maksatlı kullanılan sözcükler arasında “kaldırmak”tan türetilmiş “kaldırım” sözcüğü anlam zenginliğiyle dikkati çeker. Yanlı-yansız, olumlu-olumsuz, iyi-kötü çok değerli bir kavramdır –kaldırım! Bu yazıda kaldırım çeşitleri ve çeşitlemeleri üzerinde bir gezi yapılmaktadır.
“Kaldırım çiğnemek”, kaldırımları olan büyük bir kentte, öyle ki yaşamak, yani medeni olmak anlamında kullanılırdı. Kaldırım medeniyetle özdeşti. “Kaldırıma düşmek” ise -gene aynı medeniyet ölçüleriyle- değer yitirmek anlamına gelirdi. Medeniyetle birlikte ölçüler de değişti. Altına bir araba çekmek yanında, kaldırım çiğnemek hayat yolunda yaya kalmak anlamına geliyor. Kaldırıma düşmek ise onca kötü değil artık, toplu yaşamın büyük bölümü zaten kaldırımlarda geçiyor – tabii doğru-dürüst, delik deşik olmamış kaldırım bulunabilirse. “Dağa kaldırmak”, insan kaçırmak anlamında eşkıyalıktı. “Yataktan kalkmak”, hastalıktan kurtulmak; “yataktan kaldırılmak” ise özür dilemeyi gerektiren bir saygısızlıktı. Cenaze kaldırılır, hasta kaldırılmazdı. Belediye yasağı resmen kaldırılamaz – zamanla unutulurdu. Öğretmene “parmak kaldırılır”, anneye “el kaldırılmazdı.”. Küçüklerle akranlara “kaş kaldırılır”, ama büyüklere “baş kaldırılmazdı.” Oysa hükümetler cezaları ve vergi resimlerini tümden kaldırırlardı.
Günlük dilde, kaldırımcı, kaldırım döşeyen usta; argo dilinde ise “kaldırımcılık” yankesicilik anlamına gelir. “Kaldırım mühendisi” işsizgüçsüz dolaşan, sokakları arşınlayan delikanlılar için kullanılır. “Kaldırım yosması” veya “süpürgesi” sokakta iş tutan hayat kadınları için küçültücü bir deyimdi. Osmanlı tarihinde “kazan kaldırma”, sadrazamın değiştirilmesini isteyen bir yeniçeri ayaklanmasıydı. Kazanla birlikte, ocağın da kaldırılmasıyla sonuçlandı. “İzinlerin kaldırılması”, bir teyakkuz (ya da alarm) durumunu anlatır. “Kaldırım asansörü”, çoktan seçmeli test sınavlarında rastlanan ithal malı bir sorudur, ne göreni vardır ne de bir bileni.
Kaldırım, dilimizde böylesine renkli imgeler çağrıştıran, anlamlar taşıyan “kaldırmak” kökünden türetilmiştir. Önceleri, ham yolları kaplamak anlamında kullanıldı. “Arnavut kaldırımı”, iri yuvarlak taşlarla kaplı, ortası yüksek kenarları düşük bir tür yol-yokuştu. Yağmurda yıkanır ışıldar, üzerinde dans eder gibi taştan taşa sekerek- yürünürdü. Sonra Frengistan’dan kaldırım modası geldi. Fakat özgür ruhumuz, ince hesap kitap ve ileri düzen (yüksek teknoloji) isteyen, sert tabiatlı bu granit taşlarıyla pek bağdaşamadı. O gün bugündür bir altyapı sorunumuz var: Devlet yapsın diyoruz ya ona yardımcı olamıyoruz. dünya-aleme ayıp olmasın diye biz kışlık asfaltlarımızın iki yanına yaya kaldırımı döşüyoruz. Bozulan asfaltları -sökeceğimize- altyapı (temel) olarak kullandığımız için, yollarımızı hemen her yıl, sürekli kaldırıyoruz. Tabii, yollarla birlikte, alçakta kalan yaya kaldırımlarını da kaldırıyoruz. Böylece, yaya kaldırımlarımızın bordür taşlarıyla, kaplamaları sürekli olarak yenileniyor. Bu yüzden Batının “trotuvar”ı ülkemizde yeni bir ad kazandı “tiretuvar” ya da “tire-duvar” oldu. Tire duvar (tire-ipliği gibi) öyle nazlı, narin bir nesne ki, her kullanıştan sonra onarılıp, yenilenmesı gerekiyor. Yenilenmeyince de küsüyorlar. Kentlerimizin taşı toprağı altın olmayabilir ama altınla ölçülen para kaldırımlarda kazanılıyor.
Eski İstanbul’un ünlü bir “Yüksek Kaldırım”ı vardı ki, tünel kayışı koptuğu ya da tramvay bandajı bulunmadığı dönemlerde Galata’dan Beyoğlu’na yaya çıkışı sağlardı. Beyoğlu’na çıkılırdı ya Galata’ya pek inilmezdi. Sanırım Beyoğlu’nun “parke kaldırımları” Galata’dan daha düzenliydi. Pera’ya doğrusu parke kaldırım yakışırdı.
Şimdilerde yaya kaldırımların çoğu yükseltildi. Motorlu araçlar nasılsa bir yolunu bulup yüksek kaldırımlara çıkıyor da çocuklar, hastalar, yaşlılar ve sakatlar kolayca çıkamıyor. Oysa o yüksek kaldırımların göze görünmeyen bir yararı var: Yollar her asfaltlandığında (yükseltildiğinde), kaldırımları bir süre için kaldırmak gerekmeyecek. Geleceğin arkeologları uzun uzun araştıracaklar ama son asfalta tekabül eden yaya kaldırımını bulamayacaklar. Neyse ki, bir üst katmanda, asfalt ile kaldırımın “birdir bir” oyunu gene devam edecek. Güvenilir tarihleme böylece eski rayına oturacak. Tarihçiler belki de çağımıza “asfalt çağı” adını verecekler ama modern höyüklerimizin yapıtaşı yine toprak olarak kalacaktır. Çünkü şehir kaldırımlarımızın ulusal kaplama malzemesi sel sularının taşıdığı tarihi çamurdur. Sel kumunun nereye gittiği bilinmiyor ya, çamuru kaldırımlarda birikiyor. Sel kanallarından (menhollardan) çıkarılan çamurlar da -ziyan olmasın diye- tekrardan kaldırımlara seriliyor. Kaldırımlarımızın çok iyi mühendislere ihtiyacı varken, işsiz güçsüz aylaklara neden “kaldırım mühendisi” dendiğini anlamak pek zor değil! Yol mühendislerimiz işlerini ya hiç yapmıyorlar ya da öylesine düzensiz çalışıyorlar ki, kaldırımlarımız açık bir şantiye olmaktan kurtulamıyor. İnşaat şantiyeleri kaldırımda -altında ve üstünde- kurulunca, bordür taşının kaç santimetre (ya da metre) yükseltildiği sorusu önemini yitiriyor. Kaldırımı, hangi boy ve renkte karolarla kaplarsanız kaplayınız, kaldırımlarımız ilk yağmurda bir çamur banyosuna gömülüyor. Ne renk kalıyor yüzünde ne karo! Topraktan gelen böylece toprağa dönüyor, kitapta yazdığı gibi.


Yaya kaldırımlarının asıl rakibi ise kentlerimize medeniyet getirmekle görevli belediyeler ve onlara bağlı teknik hizmetlerdir. Mahalle çeşmesinin musluğuna tıkaç takıldığından bu yana, sucular kaldırımları kazar, boru döşer ve kaldırım üzerine dökme demirden bir plaketrozet koyar: “Belediye Sular İdaresi.” Bu rozet, bir sonraki kalrlmm ameliyatında yeri asla doldurulamayacak olan çukurdur. Kullanılmış suları denizlere ve derelere akıtan büzler de kaldırım altına döşendiği için, temiz su ile pis su birbirine karışır durur. Bu karışım, toplumumuzda ömür boyu sürecek salgın hastalıklara ve mili bağışıklıklara yol açar. Sucuların ya da lağımcıların işi bitince, havagazcılar başlarlar kazmaya. (Doğal gazcılarla henüz tanışmadık.) Sıkışmış toprağı kazmak daha kolay olduğundan, ekonomik bakımdan doğru olanı da budur. Arkadan elektrikçiler ve telefoncular gelir. Ancak henüz yüksek teknolojiye geçmedikleri ve havada çalıştıkları için kent kaldırımlarımızı en az bozanlar da onlardır. Herkes kazılan toprağın fazlasını açtığı kanalın ya da bacanın yanma yığar. Her metre küp sert kazıdan üç metre yumuşak toprak çıkar, birisi geriye doldurulur, ikisi artar. Mevsim yağmurları bu çağdaş höyükleri eritip düzlemeye çalışır. Kaldırım yüzeyi yürünebilecek düzeye gelince de Belediyenin onarım ekipleri başlar çalışmaya. Yaraları kapatmak için önce eşer-deşerler ve tabii toprağın fazlasını yine ortalıkta bırakırlar. İyi sıkıştırılmadığı için, ilk yağmurda, ilk su patlamasında, hidrolik sıkıştırmalı çöp kamyonunun ilk geri manevrasında kaldırım dolgusu çöker. Çöküntüler, yağmurlu günlerde küçük göletlere dönüşür. Gece karanlığında ya da gündüz aydınlığında bu küçük fakat derin gölcüklere düşenlerden boğulan vatandaşlar bulvar dergilerinde manşete geçerler. Şüphesiz kahraman olmazlar ama, encümen kararıyla, can verdikleri sokaklara adlarını da verirler.
Kaldırımların “yüksek teknoloji”den çektiğini; duvardan duvara döşenmiş hiçbir halı (flex) çamurlu ayakkabılardan çekmemiştir. Bilimsel bir araştırma, konut maliyeti ile kaldırım standardının ters orantılı olduğu gerçeğini ortaya koymuştur: Lüks konutun kaldırımı külüstür oluyor.
Kaloriferlerimizin dumansız kömürü ile cürufu kaldırıma dökülür. Oradan el arabasıyla taşınır- gül tarhının yanından arka bahçeye. Sert linyit ile şömine odunu da kaldırımda kırılır. Halılarımızın tozu, soframızın örtüsü kaldırıma silkelenir. Su damacanası, çöp bidonu, süt kasası, palamut (balık) tablası yaya kaldırımında sergilenir. İki mars bir oyunluk tavla şampiyonası kaldırımda oynanır. Kedi ve köpeklerin günlük/güncel ihtiyaçları kaldırımda karşılanır. Aşından aşkına, yaya kaldırımında her işin bir sırası ve numarası vardır. Ne ki yaya kaldırımında sadece yayalara yer yoktur. Kişi ayakkabısını boyatabilir ama kaldırımda yürüyemez.
Evden markete gidinceye kadar üç tane mavi çöp bidonu, iki portakal kasası, mal dağıtan (şişe toplayan) bir servis kamyoneti. Kapıları açık duran dolu bir telefon kutusu, göz hizasına eğilmiş (yatmış) bir dur/durulmaz işareti, bir seyyar-köfteci mangalı, tek kale futbol hakemi, araba yıkayan komşular, hat bağlayan tamirciler, kıvırcık ıslatan manav çırağı, çimento, demir boşaltan şantiye kamyonu ile burun buruna gelmiyorsanız, ya kentte yaşamıyor, ya da kaldırımda yürümüyorsunuz. Yani, o zaman, trafik yasamızın motorlu araçlara tahsis etmiş bulunduğu bir ortak mekanı kullanıyor ve açıkça kuralları çiğniyorsunuz demektir. Milli sürücülerimiz bu kusuru asla affetmezler. Aman dikkatli olun! Klaksonda ya da kornada (horn – boynuz) olsun kulağınız! Uyarı sesini duyduğunuzda kaçacak hazır bir yeriniz yoksa, hemen oracıkta bir matador gibi kahramanca ölebilirsiniz. Yazın boynuzdan kurtulanlar kışın zifostan kurtulamazlar. Sürücüler haklıdır, kendi açılarından. Çünkü yol ve “geçiş hakkı” -yayaların değil otolarındır. Geçiş üstünlüğü güçlü motordadır- yaya insanda değil. Otolar, korna çalıp ışık yakarak, gaza basarak, geçiş üstünlüğünü kendinde sanan yayaları kovalarlar- trafik görevlilerinin gözetim ve denetimi altında.
Kaldırım sorunumuz aslında ciddi ise de sanıldığınca umutsuz değildir. Otomobil sanayimiz her yıl artan üretimi ve plaka sayısıyla, ulusal kaldırım sorunumuzu çözmek için büyük çabalar sarf etmektedir.
Garajlarda ve parklarda yer bulamayan oto sahipleri özel ve servis araçlarını mecburen kaldırımlar üstüne park etmeye başladılar. Bu buluş büyük bir hızla bütün vatan sathına yayılıyor: Otolar memnun, çizilip çarpılmadıkları için; kaldırımlar memnun, delinip deşilmedikleri için; yayalar memnun, kaldırım düzeniyle köşe kapmaca oynamaktan kurtuldukları için!
Çağdaş uygarlığa “dolmuş”tan sonraki ikinci büyük katkımız bu yeni trafik düzeni olabilir: Otolar yanlardaki çok katlı yüksek kaldırımlarda, yayalar ise arada kalan alçak kaldırımda yer alacak. Yayalar esasen kaldırımdan yürüyemediklerine, otolara da sürülecek yol kalmadığına göre, son derece akılcı bir çözüm! Modern otoyollar gibi, gidiş geliş birbirinden ayrılmış, yayaları ortaya alınmış bir trafik düzeni!
Ancak bu yeni düzeni resmen yasallaştırmadan önce, geleneksel olarak, yaya kaldırımının altında üstünde yer alan şehir hayatını, salı ve cumartesi pazarlarında olduğu gibi, sokağın ortasına kaydırmak gerekebilir. Ayrıca, ulusal keşfimizi Uluslararası İcatlar Bürosu’na tescil ettirip beratını almadan önce, yaya kaldırımının altındaki tesis ve tesisat hatlarının da yol ortasına taşınması gerekebilir. Bu proje, yakınıp durduğumuz altyapı (eksikliği) sorununu kökünden çözmüş olacağı gibi, şehir içi trafik akışını da hızlandıracak: tıkanmaları önleyecek, akaryakıt tüketimini (döviz giderini) ortalama yüzde 87,6 oranında azaltacaktır. Bütün bu projenin tek bir püf noktası vardır: Başarılı olması için, kaldırım altındaki eski tesisatın yol altına kaydırılması gerekmektedir. Cefakar halkımız, çukurlar, göletler, kanallar ve kalaslar üzerinde yürümeye alışık olduğu halde, modern motorlu araçlar o biçim kaldırımlar üzerinde sürülemezler. Zaman, emek ve para tasarrufu açısından zaten ekonomik ömrünü tamamlamış olan “tesisatlar” olduğu gibi terkedilerek, Dünya Bankası’ndan veya Avrupa İskan Fonu’ndan sağlanacak (kısa vadeli-yüksek faizli) proje kredisi ile şehirlerimizin teknik altyapısı yenilenebilir; iki yaya kaldırımı arasındaki bu yeni düzene “anayol” veya “yeni kaldırım” adı verilmesi önerisi üzerinde durulabilir. Burada, şaka ile karışık önerilen teknik çözüm umut vericidir. Umarız ki ciddiye alınır.
Bozkurt Güvenç