Borç Şairin Susturucusu mudur?

Modern dünya tüm araçlarıyla bireyi borçlandırarak kölesi kılıyor ve kontrol altında tutuyor. Attığı adımdan korkan, yediğini içtiğini hesap eden, uykularını sayan, tedirgin ve bencil hale getiriyor. Aldığı kredilerle en temel insani ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırken sistem tarafından uyumlu hale getiriliyor. Bu uysallık, bu edilgen hal, bu ses çıkaramayan, itiraz edemeyen ve “bizi de şahit yazarlar” diyen korkaklık hepimizi sanal bir korkuluğa çeviriyor. Yaşamak ya da barınmak için verdiği kredilerle kendine borçlandırarak bizi tutsağı eden devlet gibi davranan insanlar da ilişkileri de eskiden beri edebiyatın konusu olmuştur. Çok uzağa değil, Aristotales’in Poetika’sına gidersek: “Tefeciden doğal olarak nefret edilmektedir. Çünkü burada para bizzat kazanım kaynağıdır ve icat olunduğu şey yerine kullanılabilecek şey değildir. Değiş tokuş amaçlı ortaya atılmış bir şeydir fakat faizi paradan para kazanmaktır.”16. yy’da mülk hakkı verilmeyen varlıklı Yahudiler paradan para kazanmış yani tefecilikten geçinmişlerdir. Venedik Taciri’nde Shaylok üzerinden konuya yaklaşan Shakespeare intikamı seven karakterine şöyle dedirtir: “Haydi gelin hep beraber bir notere gidelim. Orada bana kupkuru, şartsız şurtsuz kefilsiz. Bir senet mühürleyin; sonra laf olsun diye: Falan yerde filan gün aldığım şu parayı, koşulan şarta göre, vaktinde ödemezsem, vücudumun neresinden beğenirse orasından tam yarım kg eti ceza olarak alsın.”  Bir borç sözleşmesinin şaka gibi duran şartı gerçekleşince mahkemeden yarım kilo et kesmesinin yerine getirilmesi istenir. Her sözleşme taraflardan birine göre diğerinin kazandığı ya da kaybettiği bir ilişkidir. Bu ilişkide yani paradan para kazananlara karşı nefretle savaşma konusunda neredeyse hayatını vakfeden Ezra Pound, hayatında ve sanatında meselesini usuraların yok olmasına adamıştır. Bu dünyayı tacirlerin yok ettiğini ve arkasında da Yahudilerin olduğu saplantısını, hafızasını kaybettiği söylenen akıl hastanesinde bile, hep hatırlamıştır Pound. Kanto XLV’de nefretinin yükseldiği yeri aralarsak: “usura bir lanettir, usura/ kızın elindeki iğneyi köreltir/ ve çıkrıkçının kurnazlığını yok eder/ Pietro Lombardo/ gelmedi usurayla/ gelmedi usurayla duccio/(…) usura rahimdeki çocuğu öldürür/ delikanlının sevgisini durdurur/ yatağa felç getirir yatar/ genç gelinle güvey arasına/ doğaya karşı/doğaya karşı orospular getirmişler eleusis’e/şölenlere konmuş cesetler/ usura’nın isteğiyle” Ez’in bu tavrını ve düşmanlığını antisemitizm üzerinden okuruz hiç şüphesiz. Ancak bu durum, Ez gibi düşünmesek de tacirlere ya da yasal tefeci olan bankalara bakışımızı göz ardı etmemizi gerektirmiyor. Bankaları kontrol altında tutan, uysallaştıran ve sistemi işler kılan, bunların tavrını daha çok da gözetlemeyi seven devlet destekliyor. Bugün bizi borçlandırarak denetleyen, ekonomiyi dizayn eden devlet gibi, edebiyatı da düzenlemeye çalışan akılla sıklıkla karşılaşıyoruz. Bakıldığında mantık ve matematik aynı basitlikle ilerliyor ve sonuç alınıyor: Borçlandır ve kontrol altında tutarak kendine bağla, hatta körleştir, köleleştir. 

            Tüm bu borçlandırmanın edebiyatla hukuku; borçlar, ceza ya da Shaylok’un son sahnede geldiği nokta ile ağır ceza hukuku gibi yazılı değil tabii. Ama yazılı olmayan ve fakat sezilmesi güç de durmayan bağlılık ilişkileri evvelden siyasal, fraksiyonel ya da sosyal yakınlıklar üzerinden ilerlerken bugün durum daha bir aritmetikle ilişkilenerek değişmiş gibi gözüküyor.

            Poetik, politik bir yakınlığa ve önemlisi varlık problemine ihtiyaç duymadan enine boyuna dosyalar, portreler, albümler hazırlanıyor, yazılar yazılıyor. Bunları şiire, edebiyata saygı ya da hizmet olarak okumayı çok isteriz. Ancak yan yana konulan fotoğraf bir sevgi selinden, bir saygı sunumundan çok yeni krediler açma ve borçlandırma işlemleri gibi duruyor. Hesap bakiyesini gören borçlu; ödemeyi gücü, bağlılığı, sözleri ya da birlikte hareket refleksiyle ödüyor. Bir dönem sadece bu borçlar hukukunu gözeterek çıkan dosyaları ve yazıcılarını da hatırlayalım. Şimdilerde borçlandırma sergiye resim yetiştiren piyasa ressamı gibi kan ter içinde çıkan her kitaba bir yazı yazarak yapılıyor. Dergilerden gençlere akıl vererek yukarıdan bir dille aynı mantıkla davranmak da bu hesaba dahil. Günün sonunda bu yazılar, bir kitap olunca asla yan yana gelmeyecek isimleri yan yana ve aynı düzeyde sevmenin çok da sevgi ile ilgili olmadığını okuyan her göz görüyor.  

            Kimsenin bilmediği sır değil bu borçluluk. Yeni bir kitap çıkınca benim ona borcum var diye kaleme sarılanlar, bir yazı ile neyi ödemeye ya da ödetmeye çalışıyor? Yazı yaz(a)mayanlar ise borçlu kalmaya devam ederek bağlılık zincirinin kurallarına göre davranmıyor mu? Sanata gönül vermiş, hayatını teslim etmiş bir şairi yaptığımız “edebi faaliyetlerle” neden borçlandırmayı isteriz? MOBESE kameraları gibi güvenliği(!) sağlamak yerine güvensizlik duygusunu pekiştirerek her yerde olduğumuzu hissettirerek tedirginlik yaratmayı mı hedefleriz? Kolonyalizm etkisiyle borçlanan, sesini çıkaramayan ve onaylamaktan ve alkış tutmaktan başka seçeneği kalmamış zavallı devletler gibi olmamalı bir şair.

            Değerlerin bitişini ve bir çöküşün içinde olma halini hep birlikte yaşıyoruz. Devletin devleti, devletin bireyi, bireyin bireyi borçlandırdığı yerde şair de “üstüne çalıştığı” şairi borçlandırarak susturuyor. Bu karanlık çağa karşı kalkışmak yerine ona araçlarıyla ayak uydurmayı seçmek, edebiyatta da böyle olsa gerek.

            Dosya yaparak, yazı yazarak şaire ve şiire borcumuzu ödememiz gerekirken şairi borçlandırmak şiire ve şahsiyet sahibi şaire yakışmaz. Şiirimizde borçlandırma konusunda son sözüm: Şairin şiire borcu olması gerekirken arkadaşını(!) kitabına yazı yazarak borçlandırması da şiire dahil mi, ey şair? 

Cenk Gündoğdu

tr_TRTurkish