İttihat ve Terakkî Cemiyeti ve Ulusal Egemenlik

Fransız Le Temps gazetesinin 19 Aralık 1908 tarihli nüshasında, İttihat ve Terakkî Cemiyeti’nin (İTC) önde gelen yöneticilerinden Dr. Nâzım Bey’le yapılmış bir mülâkat yayımlandı. Meclis-i Mebûsân’ın açıldığı 17 Aralık 1908 günü gerçekleşen mülâkatı yapan gazetecinin sorduğu ilk soru, Nâzım Bey’in yeni Meclis’ten neler beklediğine ilişkindi. Nâzım Bey, bu soruya verdiği yanıta şöyle başlamıştı: “Meclis’in yapacağı ilk iş, 1876 Anayasası’nın bazı maddelerini değiştirerek ulusal egemenliği ve bakanlar kurulunun Parlamento’ya karşı sorumluluğunu sağlamak olacaktır”. Bu yanıt, başka bir İttihatçının henüz üç gün önce yayımlamış olduğu bir makalenin adeta yankısıydı. Nitekim İTC’nin tanınmış hukukçularından olan ve o günlerde Bağdat Milletvekili sıfatıyla Meclis’e katılmayı bekleyen Babanzâde İsmail Hakkı Bey’in 14 Aralık tarihli Tanîn gazetesinde “Mes’ûliyyet-i vükelâ” (Bakanlar kurulunun sorumluluğu) başlıklı bir yazısı çıkmıştı. İsmail Hakkı Bey, yazısında özet olarak yürütmenin ulusal meclise karşı sorumlu olması gerektiğini, halbuki 1876 Anayasası’nda bu önemli konuya ilişkin açıklık olmadığını, dolayısıyla da herhangi bir hükümetin icraatı hakkında hiç hesap vermeden sonsuza kadar iş başında kalabileceğini anlatmış ve bunun çok kötü sonuçlar doğurabileceğini söylemişti. Yazı ayrıca, 5 Ağustos’tan beri yönetimde olan Kâmil Paşa Kabinesi’nin o güne kadarki icraatı hakkında birçok soru sorulmasına karşın herhangi bir yanıt verme ihtiyacı duymamış olmasını anımsatıyor ve bu kabinenin Meclis-i Mebûsân açıldıktan sonra istifa ederek yeni bir kabine kurulana kadar gündelik işleri çekip çevirmekle yetinmesi gerektiğini söylüyordu.

İTC’nin, bakanlar kurulunun Meclis-i Mebûsân’a karşı sorumlu olması isteği, seçimlerin tamamlanıp Meclis’in açılmak üzere olduğu günlerde ortaya atılmış bir istek değildi tabii. Eylül ayı ortalarında açıklanan 21 maddelik parti programının birinci maddesi bu konuya ilişkin gayet keskin bir duyarlılık gösterdiği gibi, bakanlar kurulunun göreve başlamak ya da göreve devam edebilmek için güvenoyuna ihtiyacı olacağı da maddeye eklenmişti:

Kânûn-ı Esâsî’de ârâ-yı milliyyenin rüchân-ı nüfûzunu temîn esâs ittihâz olunacak ve bu cümleden olmak üzere vükelânın Meclis-i Mebûsân’a karşı mes’ûliyeti sûret-i mutlakada kabul ettirilip Meclis’te ekseriyyet-i ârâ kazanamayan vükelâ müstâfi addolunacaktır.

Yani Anayasa öylesine değiştirilecekti ki, milletin verdiği oylarla oluşacak olan Meclis, başat güç konumuna yerleşecekti.

Meclis-i Mebûsân’ın neredeyse toplanır toplanmaz Anayasa değişikliği üzerinde çalışmaya başladığı söylenebilir. Gerçi ilk Anayasa değişikliği önergeleri Meclis Başkanlığı’na 11 Ocak 1909 tarihli 9. birleşimde verilmiş ve konuya ilişkin görüşmeler ertesi gün başlamıştı. Ancak, Meclis’in ilk birleşimlerinin bir dizi merasimden sonra Meclis Başkanı’nın, ikinci başkanların ve komisyonların seçimiyle geçtiği anımsanacak olursa, Meclis’in Anayasa konusuna hemen eğilmiş olduğuna ilişkin görüşün abartılı olmadığı kolayca anlaşılır. 12 Ocak günü bir tek İstanbul Milletvekili Alber Faracci’nin önergesi okundu. Faracci Efendi’nin önergesinde yer alan Anayasa değişiklik taslağı, 1876 Anayasası’nın 18 maddesinde değişiklik öngörüyordu ve temel amacı ulusal egemenliği yerleştirmekti. Faracci Efendi’nin bu yönde önerdiği yeniliklerin başında da bakanlar kurulunun Meclis’e karşı sorumlu olması ilkesi geliyordu. Meclis-i Mebûsân, önergeyi oybirliğiyle kabul etti ve diğer önergelerle birlikte Meclis’in Anayasa Komisyonu’na havale edilmesine karar verdi. Anayasa Komisyonu, yapacağı değişikliler tamamlandıktan sonra bir kanun teklifi kaleme alacak ve Meclis’in onayına sunacaktı. O gün, 1876 Anayasası düzenini değiştiren bir karar daha alındı ve Anayasa Komisyonu üyelerinin sayısı ondan otuza çıkartıldı. Böylece Meclis İçtüzüğü’nün de değiştirilmesine karar verilmiş oldu.

Anayasa değişikliği çalışmaları çok uzun sürmüş ve Meclis’in şubat sonunda dile getirdiği istek üzerine Sultan II. Abdülhamit, yayınladığı bir irade ile 13 Nisan 1909’da sona ermesi gereken toplantı yılını 13 Temmuz 1909’a kadar uzatmıştı. Ama bu da yetmeyecek, zira araya 31 Mart Hadisesi, Hareket Ordusu’nun İstanbul’a gelişi, sıkıyönetim, isyancıların yargılanması ve tabii padişah değişikliği gireceği gibi, hem Meclis-i Mebûsân’ın hem de Meclis-i Âyân’ın Anayasa Komisyonu’nun hazırladığı yeni maddeler üzerindeki görüşmeleri de çok zaman alacaktı. Meclis’in toplantı yılı bir kez daha uzatıldı ve sonuç olarak Anayasa değişiklikleri 21 Ağustos’ta kabul edildi. Osmanlı Devleti, artık seçilmişlerin denetiminde olan bir devletti.

Ancak, yukarıda görüldüğü gibi, İTC’nin üzerinde büyük bir duyarlılık gösterdiği, bakanlar kurulunun Meclis’e karşı sorumluluğu meselesi, Anayasa değişikliklerinin kabul edilmesinden çok daha önce halledilmişti. Birçok bağımsız milletvekilinin de desteklediği İttihatçılar, bu konuda 1876 Anayasası’nı hiçe saymışlar ve Kâmil Paşa’yı güvenoyu istemeye zorlamışlardı. Böylece Kâmil Paşa, İttihatçıların Anayasa değişikliğine kadar kendisini düşürmeye çalışmayacaklarını da anladıktan sonra, 13 Ocak’ta Meclis’e gelmiş ve milletvekillerinin güvenini gayet alttan alan bir konuşmayla istemişti:

Bugün kabinenin şimdiye kadar takip eylediği ve heyet-i muhteremenizce mazhar-ı tasvip ve takdir olduğu halde bundan böyle de takip eyleyeceği meslek-i siyasi (Alkışlar) hakkında bu izahatı bizzat vermekle kendimi bahtiyar addeylerim (Şiddetli alkışlar).

Kâmil Paşa o gün güvenoyu aldı almasına, ama Babanzade İsmail Hakkı Bey’in bir ay önce yazdıkları İttihatçılar açısından hâlâ geçerliydi. Nitekim İTC’nin Edirne Milletvekili Rıza Tevfik (Bölükbaşı) Bey, Sadrazam’ın konuşmasından sonra söz almış ve “memleketimiz bugün azîm bir inkılâp içindedir ve hükümet bilhassa hükümet-i muvakkata şeklinde ve o haysiyette bir hükümettir çünkü henüz yeni usûl üzere kanuni olarak teşekkül etmemiştir” diyerek hazırlanmakta olan Anayasa değişikliğine gönderme yapmış ve o günkü güven oylamasının ancak Anayasa değişikliklerine kadar geçerli olabileceğini ima etmişti.

Ne var ki Kâmil Paşa Kabinesi iktidarda o kadar bile kalamadı. İttihatçılar, ulusal egemenlik ilkeleri doğrultusunda hükümete sürekli soru önergeleri veriyor, ayrıca yılın sonuna yaklaşılması nedeniyle hâlâ Maliye Bakanlığı’nın bütçeyi önlerine getirememiş olmasında kötü niyet görüyorlardı. Öte yandan, Meclis’in Anayasa Komisyonu’nda yapılan çalışmalar gündelik basına yansıyor ve yapılmakta olan köklü değişiklikler, başta Kâmil Paşa olmak üzere, iktidar çevrelerinde gerginlik yaratıyordu. 8 Şubat günü Meclis ile hükümet arasındaki gerginlik had safhaya erişti. O gün Meclis genel kurulunda Sadrazam’dan gelen bir tezkere okunmuş ve ortalık karışmıştı. Kâmil Paşa, Doğu Anadolu’da yaşanan cemaatler arası şiddet olaylarını incelemek üzere hükümet tarafından bir komisyon kurulduğunu bildiriyor ve kuruluşunu Padişah’ın da onayladığı bu komisyonun gereksindiği bütçenin Maliye Bakanlığı’nca çıkartılması için Meclis’in iznini istiyordu. Bu tezkereyi birçok milletvekili küstahlık olarak karşıladı ve bazıları hükümet hakkında gensoru açılmasını istediler. Ancak, görüşmeler sırasında söz alan bazı İttihatçı milletvekillerinin konuşmalarından, İTC’nin o aşamada iplerin kopmasını istemediği anlaşılıyor. Bunun üzerine ılımlı davranan Meclis, tezkereyi Bâb-ı Âlî’ye aynen iade ederek, eklediği bir notta böyle bir komisyonun kurulabilmesi için önce Meclis’in bir kanun çıkarması gerektiğini anımsattı.

Padişah’ı da zor durumda bırakan bu tepkiyi de Kâmil Paşa’nın küstahlık olarak gördüğüne kesin gözüyle bakılabilir. Zira Sadrazam Paşa’nın yaptıkları 1876 Anayasası’na uygundu. Kâmil Paşa’nın tepkisi iki gün sonra geldi. Harbiye ve Bahriye Bakanları Kâmil Paşa’nın bir emriyle 10 Şubat’ta değiştirildi. Bu da 1876 Anayasası’na uygun bir tasarruftu. Lâkin İTC ve Meclis-i Mebûsân, artık hazırlanmakta olan yeni Anayasa’ya göre davrandıkları için kıyameti kopardılar. Ertesi gün İttihatçı gazeteler, “Bakan değişikliği mi devlet darbesi mi?” gibi başlıklar atarken, Meclis-i Mebûsân’da Sadrazam hakkında yarım düzine soru önergesi verildi. Meclis, daha önce güvenoyu vermiş olduğu kabinedeki bu değişikliklerin açıklanmasını isterken, İTC devrime olumlu bakan, hatta birçoklarına göre devrimi açıkça destekleyen silahlı kuvvetleri Kâmil Paşa’nın etki altına almaya çalıştığı kanısındaydı. Sonuç olarak Meclis-i Mebûsân “büyük bir çoğunlukla” Kâmil Paşa’yı bir açıklama yapmak üzere 13 Şubat Cumartesi günü Meclis’e davet etti.

12 Şubat günü, hükümet yanlısı İkdâm gazetesinde Sadrazam’ın Meclis’te açıklama yapmaya gideceğine ve konuşmasının hazır olduğuna dair bir haber çıkarken, İttihatçı Şûrâ-yı ümmet gazetesinde Sadrazam’ın devrimi izleyen günlerde Rumeli’den başkente getirilmiş olan avcı taburlarını bir karışıklık bahanesiyle Makedonya’ya geri göndermek istediğine, Harbiye Bakanlığı’nın bu isteği yanıtlamayıp Genelkurmay’a havale ettiğine, Genelkurmay’ın da isteği hem gereksiz hem de gayrimeşru bulduğuna ilişkin bir yazı yayımlanmıştı. Ama 13 Şubat 1909 Cumartesi günü Meclis’i dolduran milletvekilleri hayal kırıklığına uğradılar, zira Kâmil Paşa o gün Meclis’e gelemeyeceğini beyan ederek açıklamasının ayın 17’sine ertelenmesini isteyen, Harbiye Bakanlığı’ndaki değişikliğin bu kadar erken açıklanmasının ise dış ilişkilerde sorun yaratabileceğini öne süren bir pusula yollamıştı. Meclis bunu kabul etmeyip Kâmil Paşa’yı dinleme konusunda ısrarcı davranınca Sadrazam ikinci bir pusula gönderdi. Bu pusulada Paşa, milletvekillerini ikna edecek bir açıklama için 17 Şubat Çarşamba gününe kadar zamana ihtiyacı olduğunu, acil bir durum da söz konusu olmadığı için milletvekillerinin o güne kadar bekleyebileceklerini söylüyordu.

Sadrazam Paşa’nın pusulalarındaki çelişik ifadeler milletvekillerinin iyice galeyana gelmesine neden oldu. Akşama doğru 102 milletvekilinin verdiği bir güvensizlik oyu önergesi kabul edildi ve oylamaya geçildi. Sonuç Kâmil Paşa için tam bir hezimetti: sekiz güven oyuna karşılık 196 güvensizlik oyu çıkmış, üç oy iptal edilmiş, elli kadar milletvekili de oylamaya katılmamıştı. Meclis-i Mebûsân, Başkan Ahmet Rıza ve İkinci Başkan Talât Beyler’i Yıldız’a giderek Sultan’dan yeni bir sadrazam atamasını istemekle görevlendirdi. Ertesi günkü Tanîn gazetesinin “Meclis-i Mebûsân’da” başlıklı yazısında, “Dün Meclis-i Mebûsân dairesinde ortaya çıkan fırtına Parlamentomuz’un tarihinde önemli bir siyasal olaydır” deniyordu. Aynı gazetenin başyazısında da Hüseyin Cahit (Yalçın) Bey, 13 Şubat’ı “tarihî bir gün” olarak nitelemişti. Olay gerçekten de tarihîydi, zira Osmanlı tarihinde ilk kez bir hükümet milleti temsil eden mebuslar tarafından güvensizlik oyuyla düşürülmüştü.

Bu olaydan dört gün sonra ise, Meclis-i Mebûsân’ın bakanlar kurulu üzerindeki denetim hakkı perçinlenmiş oldu. 17 Şubat 1909 günü kabinesinin programını sunmak üzere Meclis kürsüsüne çıkan yeni sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa, şöyle konuşmuştu:

Görevimize ancak tutacağımız yolun katî bir tarafsızlık ve tümüyle vatanperverlik yolu olduğunu Yüce Meclisiniz doğrularsa başlayabileceğiz. Anayasa’ya riayet etmediğimiz ve sadakat göstermediğimiz hakkında bir inanç oluşursa, Meclis-i Mebûsân’ın güvensizliğini gösteren en ufak bir işareti üzerine hemen çekileceğiz (Şiddetli alkışlar).

Yani Hüseyin Hilmi Paşa, 1876 Anayasası’na göre değil, hazırlanmakta olan yeni Anayasa’ya göre hükümet edeceğini söylüyordu. Bu da bize gösterir ki, ulusal egemenliğin önemli bir bileşeni olan yasamanın yürütmeyi denetlemesi ilkesi, yeni Anayasa’nın kabul edilmesinden altı ay önce geçerlik kazanmış oluyordu. Özetle söyleyecek olursak, Türk Devrimi’nin anayasal açıdan ilk önemli adımı, 1909’un şubat ayında atılmıştı

                                                                                                          Ahmet Kuyaş

tr_TRTurkish