KALEM VE MÜCADELE
Toni Morrison: İnat, edebiyat tutkusu, sorumluluk…

Gün daha doğmadan, masasına oturmuş bir kadın. İki çocuk annesi, çalışan, eşinden ayrı; evini tek başına geçindiren. Ve de bir yazar: kendini edebiyata adamış, gözü pek, azimli. Elinden geldiğince sabahın dördünde, beşinde kalkar; sessizce geçer yerine kâğıdı kalemiyle. Düşünmek, tarihi sorgulamak, şiddeti, hiddeti, adaletsizlikleri, vicdansızlıkları, kırılganlıkları ve suskunlukları görünür kılmak için. O uykusuz dakikalarda yazdıklarının bir gün bir anlam taşıyıp taşımayacağını, kitaplara, ödüllere, şöhrete dönüşüp dönüşmeyeceğini bilmeden. Ama onun için mesele bu değildir. Yazmak zorundadır. Bunu bir çağrı gibi benimsemiştir. Yegâne yolu. İçten içe bilir ki bu, hem atalarına ödenmesi gereken bir borçtur hem de henüz doğmamış kuşaklara bırakılacak bir miras.

“Bir yazarın hayatı ve çalışması insanlığa bir armağan değildir; bir gerekliliktir insaniyet için.”

Bu sözleriyle yazarların toplumdaki yerini vurgulayan Toni Morrison, Amerikan edebiyatının en önemli isimlerinden biri olmuştur. Irk, kölelik, kadınlık, kuşaklar arası travma, sürgünlük hissi, bellek, aidiyet ve kimlik gibi temaları hep cesur anlatımlarla işlemiştir. Pulitzer Ödülü, Nobel Edebiyat Ödülü ve Başkan Barack Obama tarafından verilen Başkanlık Özgürlük Madalyası gibi birçok ödülle onurlandırılmış, Harvard, Princeton ve Oxford gibi üniversitelerden fahri doktora unvanları almış; Yale, SUNY Albany ve Princeton’da ders vermiştir.

Toni Morrison Nobel Edebiyat Ödülü Alırken

Tüm bu saygınlığa rağmen, Morrison’ın eserleri özellikle Amerika Birleşik Devletleri’ndeki okullarda ve kütüphanelerde sıkça yasaklandı, hedef gösterildi. Sevilen, Zift Bebek, En Mavi Göz gibi ırkçılığı hem tarihsel hem de çağdaş anlatımlarla derinlemesine ele alan, çoğu zaman sarsıcı içeriğe sahip romanları, bazı muhafazakâr siyasetçiler ve destekçileri tarafından “bölücü” ya da “Amerikan karşıtı” olarak nitelendirildi. Hiçbir zaman sürgün edilmiş ya da hapsedilmiş olmasa da yazarlığı boyunca tehditlere, saldırılara ve eserlerinin sansürlenmesi ya da yasaklanması gibi girişimlere maruz kaldı. Ancak onu susturmak şöyle dursun, bu girişimler sesini daha da güçlendirdi; düşünce ve ifade özgürlüğüne olan inancını pekiştirdi.

Bir konuşmasında Toni Morrison, Hitler’in Münih’te bir sanat çevresini kınarken kullandığı şu ifadeye dikkat çeker: “Sanatsal suçludan kurtulmalıyız.” Sanatın ve edebiyatın suç sayılması. Sanatçılardan, yazarlardan kurtulma arzusu. Kitapları yakma, yasaklama, silme dürtüsü… Bu tehditler ve tehlikeler Morrison’ı derinden sarsar. Ve şöyle der: “Şunu anlamalısınız ki, ben bu ülkede bir zamanlar okuma öğretilmesinin yasadışı olduğu bir halktan geliyorum; okumayı öğrenmek yasaktı ve bu, fiziksel yaptırımlarla, bazen de ölümle cezalandırılabilecek bir suçtu.” Okuryazar olmak için ölüm tehlikesini göze almak. Belki de işte bu farkındalıktı, sabahın dördünde yorgun argın kalktığında onu ayakta tutan.

Çünkü o, okuma ve yazma özgürlüğünü doğal bir hak saymaz, sayamazdı. Biliyordu ki, ondan yalnızca bir iki kuşak önce, bu özgürlük hayal bile edilemeyecek bir ayrıcalıktı. Kan, can ve onca mücadeleyle kazanılmış bir hak. Ve Toni Morrison bunun değerini biliyordu.

Yazarken hiç tereddüt etmiş miydi acaba Toni Morrison? Ülkesinin, insaniyetin karanlık geçmişini sırtlanıp ufak bir mutfak masasında tek başına kâğıda dökerken? Kırbaçları, tecavüzleri, ölümleri tek tek sayarken? Asırlık öfkeleri, hüzünleri sindirirken kalem tutan elini nasıl sabit tutmuştu? Sesinin titremesine nasıl engel olmuştu? O derin yas içinde kendini boğulacak gibi hissettiği olmuş muydu? Yorgunluktan veya inançsızlıktan yılıp vazgeçmenin eşiğine gelmiş miydi hiç? İncinmiş, içerlemiş hatta korkmuş muydu, kitapları sansüre uğradığında, yasaklandığında, hakaretle karşılandığında?

Roman üstüne roman, deneme üstüne deneme, isyan üstüne isyan… İnat mıydı onu ayakta tutan? Edebiyat tutkusu veya içsel bir itki miydi? Yoksa sorumluluk duygusu mu?

Ölümünden on yıl önce yayımlanan Burn This Book (Bu Kitabı Yakın) adlı derlemede Morrison, Salman Rushdie, Nadine Gordimer, Orhan Pamuk ve John Updike gibi yazarları bir araya getirdi. Yazar olmanın sorumluluğu ile edebiyatın taşıdığı etik, toplumsal ve siyasal yük; sansür ve baskı konularını birlikte tartıştıkları bu kitapta, Morrison kaleme aldığı kısa ama çarpıcı önsözde neden diktatörler, bazı hükümetler ve korkuya dayalı kurumların yazarlardan çekindiğini irdeledi. Ve değerlendirmesinde şu sonuca vardı: “Yazarlar –gazeteciler, denemeciler, blog yazarları, şairler, oyun yazarları– toplumun üzerine çöken ve despotların ‘barış’ dediği bir komayı bozabilir.”

Morrison’ın sözünü ettiği “koma” hali; ister polis şiddeti ve ayrımcı yasalar gibi açık baskılarla, ister medyadaki tek seslilik gibi daha örtük yollarla ortaya çıksın, vatandaşların sorgulamak ya da tepki vermek yerine kendilerini korumak amacıyla apolitik bir tutum benimsemesidir. Bu ilgisizlik ve duyarsızlık, zamanla bilinçli bir körlüğe dönüşüp, o kişileri kendi ördükleri duvarlar içinde tutsak hale getirir. Susa susa sonunda kendi sessizliklerinde boğulurlar.

Morrison’a göre bu laneti olsa olsa kitapların gücü kırıp geçebilir. Çünkü kitaplar daima bilgiye, özerkliğe ve direnişe açılan kapılar olmuştur. Ve bu kapılar, gücü elinde tutmaya çalışanlar için her zaman tehlike arz eder.

Bu nedenle Morrison’a göre yazarın görevi yalnızca eğlendirmek değil; tanıklık etmek, direnmek ve hakikatleri dile getirmektir, bu görev ne kadar zor ya da tehlikeli olursa olsun.

Ayrıca yalnızca yazmak değil, okumak da bir sorumluluktur. Nasıl ki edebiyat bir lüks değilse, okumak bir kaçış, keyfi bir eylem değil; hakikat, adalet ve özgürlük mücadelesinde bir direniş biçimidir.

Dolayısıyla Toni Morrison’ın çağrısı, tüm dirençli yazarlara ve okurlara yol göstermeye devam etmeli: “Umutsuzluğa vakit yok, kendine acımaya yer yok, suskunluğa gerek yok, korkuya alan yok. Konuşuruz, yazarız, dili işleriz. Medeniyetler ancak böyle iyileşir.”

Kalem ve mücadelenin özü de işte budur.

İpek S. Burnett

tr_TRTurkish