Glenn Gould’dan Glenn Gould Hakkında Glenn Gould’la Röportaj
glenn gould: Bay Gould, sanırım siz –açıkçası kusura bakmayın efendim– ama röportaj konusunda çetin ceviz biri olarak tanınıyorsunuz…
GLENN GOULD: Gerçekten mi? Bunu hiç duymamıştım.
g. g: Bunlar biz medya mensuplarının kaynaktan kaynağa dinlediği türden dedikodular, ama sizi temin etmek isterim ki, uygunsuz bulduğunuz herhangi bir soruyu kayıtlardan çıkarmaya hazırım.
G. G.: Ah, bu türden sorunların görüşmemize müdahale edebileceğini hiç sanmıyorum.
g. g.: Peki efendim, konuyu netleştirmek için hemen sorayım: Girilmesi yasak olan yerler var mı?
G. G.: Aklıma hiçbir şey gelmiyor, tabii müzik dışında.
g. g.: Peki Bay Gould, sözümden dönmek istemiyorum. Bu röportaja katılımınızın sözleşmeyle teyit edilmediğini, ancak el sıkışmayla mühürlendiğini biliyorum.
G. G.: Mecazi anlamda tabii.
g. g.: Elbette, zaten röportajın büyük kısmını müzikle ilgili konulara ayıracağımızı varsaymıştım.
G. G.: Peki, sizce olmazsa olmaz mı? Yani, benim röportaj yapma konusundaki kişisel felsefem –ve muhtemelen bildiğiniz gibi, bunu yayında çok yaptım– en aydınlatıcı ifşaların, röportaj yapılan kişinin iş koluyla yalnızca dolaylı olarak ilgili olan alanlardan kaynaklandığıdır.
g. g.: Mesela?
G. G.: Mesela radyo belgeselleri hazırlarken bir ilahiyatçıyla teknoloji, bir araştırmacıyla William James, bir ekonomist ile pasifizm ve bir ev hanımıyla sanat piyasasındaki açgözlülük hakkında röportajlar yaptım.
g. g.: Ama herhalde müzisyenlerle müzik üzerine röportajlar da yapmışsınızdır?
G. G.: Evet, bazen mikrofon karşısında rahatlamalarına yardımcı olmak için yaptım. Ama örneğin Pablo Casals ile Zeitgeist kavramı hakkında konuşmak çok daha öğreticiydi, ki bu elbette müzikle de alakasız değil.
g. g.: Evet, tam da bu yorumu yapacaktım.
G. G.: Ya da Leopold Stokowski’ye gezegenler arası seyahat olasılığı hakkında soracak olursak, sanırım siz de katılacaksınız, Stanley Kubrick’i saymazsak, bu biraz konudan sapmak anlamına geliyor.
g. g.: Evet, bu bir sorun teşkil ediyor Bay Gould, ancak soruyu daha olumlu bir şekilde sormaya çalışayım. Özellikle tartışmak istediğiniz bir konu var mı?
G. G.: Aslında bu konu üzerinde fazla düşünmemiştim ama, kısaca sorayım: Labrador’daki siyasi durum ne halde?
g. g.: Evet, eminim bu heyecan verici bir diyalog yaratabilir Bay Gould, ancak High Fidelity’nin öncelikli olarak ABD okur kitlesi için düzenlendiğini aklımızda tutmamız gerektiğini düşünüyorum.
G. G.: Kesinlikle. O zaman belki de Batı Alaska’daki yerli hakları iyi bir örnek teşkil edebilir.
g. g.: Evet. Elbette Bay Gould, bu türden manşetlere konu olacak alanları kesinlikle atlamak istemiyorum, ancak High Fidelity müzik konusunda bilgili bir okuyucu kitlesine yönelik olduğundan, tartışmamıza en azından sanat alanından başlamamız gerektiğini düşünüyorum.
G. G.: Elbette. Belki de Point Barrow’daki etnomüzikolojik saha çalışmalarında yansıtıldığı şekliyle yerli hakları sorusunu inceleyebiliriz.
g. g.: Aslında itiraf etmeliyim ki, aklımda daha geleneksel bir saldırı çizgisi vardı Bay Gould.
Eminim ki siz de biliyorsunuzdur, kariyerinizle ilgili neredeyse zorunlu soru konser-medya çekişmesidir ve buna en azından değinmemiz gerektiğini düşünüyorum.
G. G.: Tamam, bu konuda birkaç soru sormanda bir sakınca yok. Benim açımdan, her halükârda, müzikal olmaktan çok ahlaki kaygılar söz konusu, bu yüzden buyurun.
g. g.: Çok güzel bir davranış. Kısa tutmaya çalışacağım, sonra belki daha uzağa geçebiliriz.
G. G.: Pekâlâ!
g. g.: Şimdi, kayıtla –genel olarak medyayla– olan ilişkinizin, geleceğe yönelik bir ilişki anlamına geldiğini söylüyorsunuz.
G. G.: Doğrudur. Hatta bunu bu seçkin derginin sayfalarında da dile getirdim.
g. g.: Kesinlikle öyle, ayrıca bunun tersine, konser salonunun, resital sahnesinin, opera binasının veya benzeri şeylerin geçmişi temsil ettiğini de söylediniz – belki de özellikle sizin kendi geçmişinizin bir yönü, ayrıca daha genel anlamda müziğin geçmişinin bir yönü.
G. G.: Doğrudur, ama itiraf etmeliyim ki operayla geçmişteki tek profesyonel temasım, Salzburg’daki eski Festspielhaus’ta çalarken kaptığım soluk borusu iltihabıydı. Bildiğiniz gibi, aşırı rüzgâr alan bir yapıydı ve ben…
g. g.: Belki sağlık durumunuzu daha uygun bir zamanda tartışabiliriz Bay Gould, ama bana öyle geliyor ki –ve umarım bunu söylediğim için beni affedersiniz– bu tür açıklamaların özünde benmerkezci bir tarafı var. Sonuçta, tüm kamusal platformları terk etmeyi seçtiniz –ne zamandı– on yıl önce mi?
G. G.: Aslında bu sayının yayımlandığı tarihten itibaren dokuz yıl on bir ay.
g. g.: Ve radikal kariyer değişikliklerini tercih eden çoğu insanın, ne kadar istemese de, geleceğin kendilerinden yana olduğu düşüncesiyle hayatta kalmaya çalıştığını kabul ediyor musunuz?
G. G.: Bunu düşünmek elbette cesaret verici, ancak “radikal” terimini kullanmanıza itiraz ediyorum. Elbette, medyanın içinde bulunduğu son durum göz önüne alındığında, bu işe tamamen dalmanın mantıklı bir gelişme olacağı inancıyla giriştiğim doğru ve hâlâ da buna inanıyorum. Ama açıkçası, insanlar geçmiş-gelecek denklemleri üzerine kafa yormayı ne kadar severse sevsin, bu tür inançların destekçileri, sizin ifadenizi ödünç alacak olursam bu tür “ayrılıkların” arkasındaki güçlü motivasyonlar, çoğunlukla şimdiki zamanın rahatsızlıklarını çözmekten daha radikal bir kavramla ilgilenmiyor.
g. g.: Bay Gould, ne demek istediğinizi tam olarak kavrayamadım.
G. G.: Mesela, size şunu söyleyeyim, pastil icadının en güçlü nedeni boğaz ağrısıdır. Elbette, pastili patentledikten sonra, kişi buluşun geleceği, boğaz ağrısının ise geçmişi temsil ettiğini ileri sürmekte özgür olurdu; ancak tahriş mevcutken, insanın bu terimlerle düşünmeye meyilli olacağını sanmıyorum. Söylemeye gerek yok, Salzburg’daki soluk borusu iltihabı vakamda bu tür ilaçlar…
g. g.: Afedersiniz Bay Gould, eminim ki Salzburg’daki talihsizliklerinizden zamanı gelince haberdar olacağız, ancak bu konuyu biraz daha açmalıyım. Konser sahnesinden çekilmenizin, ardından medyayla ilişkinizin, bir boğaz ağrısının müzikal eşdeğeri tarafından motive edildiğini mi anlamalıyım?
G. G.: Bunu uygunsuz mu buluyorsunuz?
g. g.: Açıkçası, bunu tamamen narsisistik buluyorum. Ve bana göre, ahlaki itirazların kararınızda büyük bir rol oynadığına dair ifadenizle de tamamen çelişiyor.
G. G.: Burada bir çelişki göremiyorum – tabii ki, sizin görüşünüze göre rahatsızlık başlı başına olumlu bir erdem olarak kabul edilmediği sürece.
g. g.: Görüşlerim bu röportajın konusu değil, Bay Gould, ancak yine de sorunuza cevap vereceğim.
Rahatsızlık başlı başına bir sorun değil; sadece isim yapmış bir sanatçının kişisel rahatlığından fedakârlık etmeye hazır olması gerektiğine inanıyorum.
G. G.: Ne ölçüde?
g. g.: Müzikal-tiyatro deneyiminin büyük geleneklerini korumak, sanatçının izleyicisine karşı asil öğretici ve küratörlük sorumluluklarını sürdürmek adına.
G. G.: Rahatsızlık, huzursuzluk hissinin hem sanatçı hem de izleyici için en bilge danışman olabileceğini düşünmüyor musunuz?
g. g.: Hayır, sadece şöyle hissediyorum: Siz, Bay Gould, ya kendinize asla…
G. G.: … ego tatmini yaşama izni vermedim mi?
g. g.: Söylemek üzere olduğum gibi, bir izleyici kitlesiyle iletişim kurma ayrıcalığı…
G. G.: … bir güç merkezinden?
g. g.: … insanlığınızın çıplak gerçeğinin, düzenlenmemiş ve süslenmemiş bir şekilde sergilendiği bir sahne ortamından.
G. G.: Hiç değilse smokin giymiş bir safsatayı sergilememe izin verilemez miydi, acaba?
g. g.: Bay Gould, bu diyaloğun boş şakalaşmaya dönüşmesine izin vermememiz gerektiğini düşünüyorum. Bir dinleyiciyle birebir ilişkinin zevklerini asla tatmadığınız açık.
G. G.: Yönetimsel olarak konuşursak, her zaman bire iki bin sekiz yüzlük bir ilişkinin konser salonu ideali olduğunu düşünmüşümdür.
g. g.: İstatistikleri sizinle paylaşmak istemiyorum. Soruyu tüm samimiyetimle sormaya çalıştım ve…
G. G.: Peki o zaman ben de aynı şekilde cevaplamaya çalışacağım. Bana öyle geliyor ki, sayılar oyununda yoldan çıkacaksak, izleyici ve sanatçı arasında sıfırdan bire bir ilişkiye yönelmem gerekecek ve ahlaki itiraz da burada ortaya çıkıyor.
g. g.: Korkarım ki bu noktayı tam olarak kavrayamadım, Bay Gould. Tekrar gözden geçirmek ister misiniz?
G.G.: Ben sadece sanatçının hem kendi hem de halkının menfaati için anonim kabul edilmesi gerektiğini düşünüyorum – ve hemen kayda geçireyim ki “halk” ve “sanatçı” gibi kelimelerden hiç hoşlanmıyorum. Bu tür bir terminolojinin hiyerarşik imalarından memnun değilim. Gizlice, kayıtsızca –ya da daha iyisi, piyasanın varsayılan taleplerinden habersiz– çalışmasına izin verilmeli –yeterli sayıda sanatçının yeterli kayıtsızlığı sağlandığında, talepler basitçe ortadan kalkacaktır. Ve onların ortadan kalkması durumunda, sanatçı o zaman sahte “kamu” sorumluluğu duygusunu terk edecek ve “kamu” da ona olan köle gibi bağlılığını bırakacaktır.
g. g.: Ve ikisi asla buluşmayacak, diyebilirim öyleyse!
G. G.: Hayır, temas kuracaklar, ancak herhangi bir sahneyi önlüğüne bağlayandan çok daha anlamlı bir düzeyde.
g. g.: Bay Gould, bu tür idealist rol değişimlerinin tatmin edici bir retorik zenginliği sunduğunun gayet farkındayım ve hatta başka yerlerde çokça röportaj alanı ayırdığınız “yaratıcı izleyici” kavramının bir tür McLuhanevari hayranlık sunması bile mümkün. Ancak sanatçının, yaşam tarzı ne kadar kapalı olursa olsun, aslında hâlâ otokratik bir figür olduğunu rahatlıkla unutuyorsunuz. O, ne kadar iyiliksever olursa olsun, hâlâ bir toplumsal diktatördür. Ve halkı, ıvır zıvır aygıtlarla ne kadar cömertçe ayrıcalıklı kılınmış olursa olsun, elektronik seçeneklerle ne kadar zenginleştirilmiş olursa olsun, en azından bu geç tarihte, hâlâ bu deneyimin alıcı tarafındadır ve sanatçının sıfır olarak görülmesi adına tüm neo-ortaçağ anonimlik arayışınız ve onun “halkı” adına tüm dikey pankültüralizminiz bunu değiştirmeyecek – ya da en azından şimdiye kadar değiştirmedi.
G. G.: Şimdi konuşabilir miyim?
g. g.: Elbette, kendimi kaptırmak istemedim ama bu konuda güçlü hislerim var…
G. G.: … sanatçının süpermen olması hakkında?
g. g.: Bu pek de adil değil Bay Gould.
G. G.: … yoksa muhatabın konuşmaları kontrol eden kişi olması hakkında mı?
g. g.: Kaba olmaya kesinlikle gerek yok, sizden uzlaşmacı bir yanıt beklemiyordum –bu konularda belirli felsefi iddialarda bulunduğunuzun farkındayım– ama en azından bire bir, sanatçı-dinleyici ilişkisine dair kişisel bir deneyiminizi itiraf ettiğinizde, büyük bir sanatçının kamuoyunun önünde görünür şekilde çalışmasının manyetik çekimine bizzat tanık olduğunuzu itiraf etmenizi umuyordum.
G. G.: Ben de öyle bir deneyim yaşadım.
g. g.: Gerçekten mi?
G. G.: Elbette ve bunu itiraf etmekten de çekinmiyorum. Yıllar önce, Herbert von Karajan Sibelius’un Beşinci Senfonisi’ni Filarmoni Orkestrası’yla birlikte ilk kez yönettiğinde Berlin’de bulunuyordum. Bildiğiniz gibi Karajan, özellikle geç romantik repertuarında, gözleri kapalı bir şekilde orkestra yönetmeye ve bastonunu son derece ikna edici korografik konturlarla donatmaya eğilimlidir ve bu etki, açıkçası, hayatımın gerçekten unutulmaz müzikal-dramatik deneyimlerinden birine katkıda bulunmuştur.
g. g.: Memnuniyetimi gerçekten çok etkili bir şekilde destekliyorsunuz, Bay Gould. Elbette, o performansın veya en azından daha sonraki kaydedilmiş inkarnasyonlarından birinin, hayatınızda oldukça önemli bir rol oynadığını biliyorum.
G. G.: Radyo belgeselim Kuzey Fikri’nin sonuç kısmında kullanılmasından mı bahsediyorsunuz?
g. g.: Kesinlikle ve siz de bu “silinmez” deneyimin, en iyi plak kayıtlarının sağladığı bedensiz öngörülebilirlikten değil, bir izleyici kitlesiyle yüz yüze gelişten kaynaklandığını kabul ettiniz.
G. G.: Evet öyle denebilir sanırım ama aslında ben seyirciler arasında değildim. Aslında ben sahnenin üzerindeki camla kaplı bir yayın kabinine sığınmıştım ve Karajan’ın yüzünü görüp, yüzündeki her coşkulu ifadeyi ortaya çıkan müzik deneyimiyle ilişkilendirebilme konumunda olmama rağmen, seyirci –sola veya sağa doğru işaret verdiği ara sıra çekilmiş profil fotoğrafları hariç– bunu yapamıyordu.
g. g.: Bay Gould, korkarım orada alt bölümlere ayrılmış vuruş’ları bölüyorsunuz.
G. G.: Ben pek emin değilim. Görüyorsunuz, yayın kabini aslında benim için sadece diğer dinleyicilere karşı değil, aynı zamanda Berlin Filarmoni Orkestrası ve şefine karşı da bir izolasyon halini temsil ediyordu.
g. g.: Ve şimdi sadece sembolik çarelere sarılıyorsunuz.
G. G.: Belki öyledir ama belirtmeliyim ki –tabii ki aramızda– Karajan’ın Sibelius Beşincisi’ni Kuzey Fikri’ne dahil etme zamanı geldiğinde, eşlik ettiği metnin ruhuna uyacak şekilde kaydın dinamiklerini gözden geçirdim ve bu özgürlük, şüphesiz, –buna ne ad vermeliyim?– sıfırdan bire bir ilişkinin coşkulu saygısızlığının bir ürünüdür, öyle değil mi?
g. g.: Bunun düpedüz küstahlığın bir ürünü olduğunu düşünmek daha doğru olur, tabii ki farkındayım, Kuzey Fikri’nin deneysel bir radyo girişimi olduğunun – hatırladığım kadarıyla, o eserde insan sesini neredeyse bir müzik aleti gibi işlemiştiniz.
G. G.: Bu doğru.
g. g.: … ve bir seferinde iki, üç veya dört kişinin aynı anda konuşmasına izin vermiştiniz.
G. G.: Doğru.
g. g.: Ama bu kendi hammaddenizle olan deneyler, tabiri caizse, benim için mükemmel bir şekilde meşru görünüyor, Herr von Karajan’ın materyalini kullanımınız –veya kötüye kullanımı– başka bir konu tamamıyla. Sonuçta, bu performans hakkındaki orijinal deneyiminizin “silinmez” olduğunu itiraf ettiniz. Ve yine de, büyük olasılıkla dikkatli bir şekilde kontrol edilen dinamik ilişkileri kurcaladığınızı da itiraf ediyorsunuz…
G. G.: Biraz dengeleme de yaptık.
g. g.: –ne için–
G. G.: …o anki ihtiyaçlarım.
g. g.: … Ancak, en azından o an eldeki projeye özgüydü.
G. G.: Pekâlâ, bu konuda haklısınız, ama her dinleyicinin müzikle ilgili deneyimi ile yaşam tarzı arasında bağ kurmak için elinde bir “projesi” var.
g. g.: Ve anonim dinleyici veya dinleyicilerin sizin kaydedilmiş üretiminiz üzerinde onayınız olmayan değişiklikler yapmasına hazır mısınız?
G. G.: Aksi takdirde amacımda başarısız olurdum.
g. g.: O halde, hiçbir somut estetik kıstasın, daha sonra denetlenebileceği düşünülmüş performanslarınızla ilişkisi olmadığı gerçeğiyle mutabık kaldınız mı?
G. G.: Bu arada Karajan’ın Sibelius Beşincisi’yle o unutulmaz vesileyle karşılaştığımda “estetik” değerleri hakkında hiçbir fikrim yoktu. Aslında bu vesilenin güzelliği, yoğun bir şekilde, dokunaklı bir deneyime tanıklık ettiğimin farkında olmama rağmen, bunun “iyi” bir performans olup olmadığı hakkında hiçbir fikrimin olmamasıydı. Estetik yargılarım, –en azından başkalarının eserlerini değerlendirirken– kalmalarını istediğim yere, soğuk hava deposuna kaldırıldı. Belki de, mecburen ve tamamen pratik nedenlerle, kendi adıma farklı bir kriter seti uyguluyorum, ancak…
g. g.: Bay Gould, estetik yargılarda bulunmadığınızı mı söylüyorsunuz?
G. G.: Hayır, bunu söylemiyorum, ancak keşke bunu ifade edebilsem, çünkü henüz ulaşamadığım bir mükemmellik seviyesine tanıklık ederdi. Bununla birlikte, popüler klişeyi tekrarlamam gerekirse, kendi çalışmalarım dışında, sadece ahlaki yargılarda bulunmaya, estetik yargılarda bulunmamaya çalışıyorum. Dediğim gibi, kendi işlerim söz konusu olduğunda.
g. g.: Sanırım, Bay Gould, size hak verdiğimi söylemek zorundayım.
G. G.: İyi yapıyorsunuz.
g. g.: …Ve kendi motivasyonlarınızı sorumlu ve doğru bir şekilde değerlendirdiğinizi varsayıyorum.
G. G.: Sadece deniyorum.
g. g.: …Ve itiraf ettiğiniz şeyin bu röportajın rotasına pek çok çatallanma eklediğini göz önünde bulundurarak, şimdi hangi yolu izleyeceğimi bilmiyorum.
G. G.: Siz en makul tabelayı seçin, ben de peşinizden gelirim.
g. g.: Sanırım asıl soru şu: Eğer siz başkalarının eserleri ile ilgili estetik yargılarda bulunmuyorsanız, sizin çalışmalarınızla ilgili estetik yargılarda bulunan başkaları ne yapacak?
G. G.: En yakın arkadaşlarımdan bazıları eleştirmendir, ancak piyanomun bir eleştirmen tarafından çalınmasını istemezdim.
g. g.: Ama birkaç dakika önce, “manevi mükemmellik” terimini estetik yargının askıya alındığı bir durumla ilişkilendirdiniz.
G. G.: Böyle bir askıya almanın böyle bir durum için tek ölçüt olacağı izlenimini vermek istemedim.
g. g.: Bunu anlıyorum. Ama sizin görüşünüze göre, eleştirel zihniyetin bu günahsız ve Tanrı’ya emanet olma halini tehlikeye atacağını söylemek adil olur mu?
G. G.: Şimdi, bunun benim açımdan çok zorlu “küstahça” bir yargı gerektireceğini düşünüyorum. Dediğim gibi, en iyi arkadaşlarımdan bazıları…
g. g.: …Eleştirmenler, biliyorum, ama soruyu geçiştiriyorsunuz.
G. G.: Kasıtlı olarak değil, sadece bu tür seçkin itibarların söz konusu olduğu konularda genelleme yapılması gerektiğini düşünmüyorum ve…
g. g.: …Bay Gould, sanırım hem de okuyucularımıza hem bu soruyu soran bizlere bir cevap borçlusunuz.
G. G.: Öyle miyim?
g. g: Bu benim inancım. Belki de soruyu tekrarlamalıyım.
G. G.: Hayır, gerek yok.
g. g: Yani, aslında, eleştirmenin ahlaki açıdan nesli tükenmekte olan türleri temsil ettiğini mi düşünüyorsunuz?
G. G.: Şimdi “nesli tükenmekte olan” ifadesi şunu ima ediyor…
g. g.: …Lütfen, Bay Gould, soruyu cevaplayın – siz de bunu hissediyorsunuz, değil mi?
G. G.: Eh, dediğim gibi, ben…
g. g.: Öyle mi?
G. G.: [Duraklama] Evet.
g. g.: Tabii ki öyle ve şimdi eminim ki itiraf ettiğiniz için daha iyi hissediyorsunuzdur.
G. G.: Hmm, şu anda değil.
g. g.: Ama zamanla öyle hissedeceksiniz.
G. G.: Gerçekten böyle mi düşünüyorsunuz?
g. g.: Hiç şüphe yok. Ama şimdi pozisyonunuzu bu kadar açık bir şekilde belirttiğinize göre, zaman zaman sizin de imzalı eleştiriler yazdığınızdan bahsetmemiz gerekiyor. Hatta birkaç yıl önce bu köşelere katkıda bulunduğunuz Petula Clark hakkında bir yazıyı hatırlıyorum ve…
G. G.: …Ve kare sayfa başına, günümüzde dile getirmeyi varsayacağımdan daha fazla estetik yargı içeriyordu. Ama bu esasen ahlaki eleştiriydi biliyorsunuz. Bu bir parçaydı… Tabiri caizse bir sosyal çevre hakkında yorum yapmak için Bayan Clark’ı kullandığım bir parça.
g. g.: Yani bireye yönelik estetik bir eleştiriyle –ki bunu hemen reddediyorsunuz– toplumun bir bütün olarak ahlaki zorunluluklar koyması arasında başarılı bir ayrım yapabildiğinizi mi düşünüyorsunuz?
G. G.: Sanırım yapabilirim. Şunu da belirtmeliyim ki, bazı alanlarda örtüşmelerin kaçınılmaz olduğu açık. Örneğin, tüm evlerin savaş gemisi grisine boyandığı bir kasabada yaşama ayrıcalığına sahip olduğumu varsayalım.
g. g.: Neden savaş gemisi grisi?
G. G.: En sevdiğim renk.
g. g.: Oldukça olumsuz bir renk, değil mi?
G. G.: Bu yüzden benim favorim. Şimdi, tartışma uğruna, bir kişinin herhangi bir uyarıda bulunmadan evini itfaiye kırmızısına boyamayı seçtiğini varsayalım…
g. g.: …Böylece şehir planlamasının simetrisine meydan okuyor.
G. G.: Evet, muhtemelen bunu da yapmış olurdu, ancak siz soruya estetik bir bakış açısıyla yaklaşıyorsunuz. Evini boyayan kişinin eyleminin gerçek sonucu, kasabada çılgın bir faaliyetin patlak vermesinin habercisi ve neredeyse kaçınılmaz olarak –diğer evler de benzer şekilde gösterişli tonlara boyanacağı için– bir rekabet iklimini ve bunun sonucu olarak şiddeti teşvik etmek olurdu.
g. g.: Öyleyse anladığım kadarıyla, renk sözlüğünüzde kırmızı saldırgan davranışı temsil ediyor?
G. G.: Bu konuda genel bir fikir birliği olacağını düşünürdüm. Ama dediğim gibi, bu noktada estetik/ahlaki bir örtüşme olurdu. İlk evi boyayan adam bunu tamamen estetik bir tercihten yapmış olabilir ve onu zevki dolayısıyla değerlendirmek, eski moda bir kelime kullanmak gerekirse, “günah” olurdu. Böyle bir değerlendirme, sonrasındaki tüm yargıları olumsuz bir şekilde etkileyebilir. Fakat eğer onu özel estetik hoşgörüsünün toplumun tamamı için ahlaki bir tehlike oluşturduğuna ikna edebilirsem ve göreve uygun kelime dağarcığını oluşturabilirsem –ki bu, estetik standartların kelime dağarcığı olmazdı– o zaman bunun benim sorumluluğum olacağını düşünüyorum.
g. g.: Tabii… Orwell’in bir karakteri gibi konuşmaya başladığınızın farkında mısınız?
G. G.: Ah, Orwell’in dünyası benim için korkutucu bir dünya değil.
g. g.: Ve ayrıca Batı düşüncesinin Rönesans sonrası tüm geleneğine aykırı bir sansür türünü tanımladığınızın ve savunduğunuzun da farkında mısınız?
G. G.: Elbette. Batı dünyasını yıkımın eşiğine getiren şey, Rönesans sonrası gelenektir.
Biliyorsunuz, hareket özgürlüğüne, ifade özgürlüğüne ve benzeri şeylere duyulan bu garip bağlılık, Batı’ya özgü bir fenomendir. Bu da Batı’nın, söz ile eylemin birbirinden başarıyla ayrılabileceği yönündeki anlayışının bir parçasıdır.
g. g.: Taş-sopa sendromundan mı söz ediyorsunuz?
G. G.: Tam olarak! Aslında, McLuhan’ın sadece Gutenberg Galaksisi’nde tam da bundan bahsettiğine dair kanıtlar var. Halkların veya minimum seviyede okuryazar halkların diyelim, buna izin vermeye çok daha az istekli olduklarından bahsettiğine dair kanıtlar…
g. g.: Sanırım İncil’de de kötülük dilemenin kötülük yapmak olduğuna dair bir emir de var.
G. G.: Kesinlikle. Rönesans’ı tesadüfen veya iyi yönetimle atlatan kültürler, sanatı gerçek bir tehdit olarak görüyorlar.
g. g.: SSCB’nin bu kapsamda yer alacağını varsayabilir miyim?
G. G.: Kesinlikle. Sovyetlerin yöntem konusunda biraz kaba saba olduklarını kabul ediyorum, ancak endişelerinde kesinlikle haklılar.
g. g.: Peki ya sizin kendi endişeleriniz? Faaliyetlerinizden herhangi biri bu kişisel kısıtlamaları ihlal etti mi, ve sizin deyiminizle toplumu “tehdit” etti mi?
G. G.: Evet.
g. g.: Bunun hakkında konuşmak ister misiniz?
G. G.: Hayır pek değil.
g. g.: Hızlı bir örnek bile yok mu? Mezbaha No 5 için müzik tedarik ettiğiniz gerçeğine ne dersiniz?
G. G.: Ne demeliyim?
g. g.: Peki. En azından Sovyet standartlarına göre, Bay Vonnegut’un başyapıtı olan eserin filmi muhtemelen toplumsal olarak yıkıcı bir iş olarak nitelendirilebilir, değil mi?
G. G.: Korkarım haklısın. Hatta Leningrad’da genç bir hanımın bir keresinde bana, Dostoyevski’nin “çok büyük bir yazar olmasına rağmen ne yazık ki çok karamsar olduğunu” söylediğini hatırlıyorum.
g. g.: Ve hedonist bir kaçamakla birleşen bir karamsarlık Mezbaha No 5’in ayırt edici özelliğiydi, değil mi?
G. G.: Evet, ama karamsardan daha ziyade hedonistik özellikleriydi bana uykusuz geceler yaşatan…
g. g.: Yani filmi onaylamadınız mı?
G. G.: İşçiliğine fazlaca hayran kaldım.
g. g.: Bu beğenmekle aynı şey değil.
G. G.: Hayır, değil.
g. g.: O zaman, bir idealistin bile bir fiyatı olduğunu varsayabilir miyiz?
G. G.: Ben, bir idealistin bile bir çekim senaryosunun niyetlerini yanlış okuyabileceğini söylemeyi tercih ederim.
g. g.: Sanırım, tavizsiz bir Billy Pilgrim’i tercih ederdiniz?
G. G.: Kişiliğine kurtarıcı bir unsur eklenmesini tercih ederdim, evet.
g. g.: Yani, örneğin, Stravinsky’nin sanatın teknik olduğuna yönelik saf ve basit teorilerini savunmuyor musunuz?
G. G.: Kesinlikle hayır. Bu tam anlamıyla sanatın olabileceği en son şey.
g. g.: Peki ya sanatın, şiddetin yerine geçtiği teorisine ne demeli?
G. G.: Vekillere, temsilcilere inanmıyorum. Onlar sadece insanın mükemmelleştirilebileceği fikrine direnen zihinlerin oyunları. Ayrıca, şiddet vekilleri arıyorsanız, genetik mühendisliği daha iyi bir bahis olacaktır.
g. g.: Sanatın aşkın bir deneyim olduğu teorisi hakkında ne düşünüyorsunuz?
G. G.: Saydığınız üç şeyden sadece bu ilgimi çekiyor.
g. g.: O zaman kendinize ait bir teoriniz var mı?
G. G.: Evet, ama hoşunuza gitmeyecek.
g. g.: Ben hazırım.
G. G.: Sanırım sanata kendi kendini aşamalı olarak ortadan kaldırma şansının verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Sanatın kaçınılmaz olarak iyi huylu olmadığını, potansiyel olarak yıkıcı olduğu gerçeğini kabul etmemiz gerektiğini düşünüyorum. En az zarar verme eğiliminde olduğu alanları analiz etmeliyiz, bunları bir kılavuz olarak kullanmalı ve sanata kendi eskime sürecini yönetmesini sağlayacak bir bileşen yerleştirmeliyiz…
g. g.: Hmm.
G. G.: …Çünkü, biliyorsunuz, sanatın şimdiki konumu veya konumları, –ki siz bazılarını saydınız– kutsal hafızamızdaki nükleer karşıtı (ban-the-bomb) harekete benziyor.
g. g.: Bu tür protestoları reddetmiyorsunuz herhalde?
G. G.: Hayır, ama tek bir “çocukların-yusufçuklardan-kanat-çekmelerini-yasakla” hareketi görmediğim için ben de katılamıyorum. Görüyorsunuz, Batı dünyası yeterlilik kavramları ile tüketiliyor; nükleer yok olma tehdidi bu kavramları karşılıyor fakat bir yusufçuk kanadının kaybını karşılamıyor. Ve bu iki olgu, tek ve bölünmez olarak tanınana, fiziksel ve sözlü saldırganlık sadece rekabetçi bir paranın havaya atılması olarak görülene, her estetik karar ahlaki bir karşılıkla eşitlenene kadar, Berlin Filarmoni Orkestrası’nı cam bölmenin arkasından dinlemeye devam edeceğim.
g. g.: Yani sanat için ölüm dileğinizi yaşamınız boyunca görmeyi beklemiyorsunuz.
G. G.: Hayır, Sibelius Beşincisi olmadan yaşayamazdım.
g. g.: Ama yine de bir on altıncı yüzyıl reformcusu gibi konuşuyorsunuz.
G. G.: Aslında, kendimi o geleneğe çok yakın hissediyorum. Aslında, daha iyi dizelerimden birinde şunu söylemiştim…
g. g.: …Duyduğum en estetik yargı bu!
G. G.: Binlerce kere özür dilerim. Buna bir ikinci bakış açısı getirmeme izin verin. Daha önceki bir vesileyle Bay Santayana’nın kahramanı olmaktan ziyade “son Püriten” olduğumu belirtmiştim.
g. g.: Ve reformun bireysel vicdan yönü ile Püriten geleneğinin kolektif sansürünü uzlaştırmada herhangi bir sorun görmüyor musunuz? Bana öyle görünüyor ki, her iki motif de tezinizde ve bildiğim kadarıyla belgesel çalışmanızda da ilginç bir biçimde iç içe geçmiş durumda.
G. G.: Eh, hayır, orada kaçınılmaz bir tutarsızlık olduğunu sanmıyorum, çünkü en iyi haliyle –en saf olduğu gibi– bu gelenek sürekli hizipçi bir bölünmeyi içeriyordu. En iyi ve en saf –ya da en azından en dışlanmış– bireyler, ovaların dünyasını reddetmelerinin sembolü olarak kendilerini Alp vadilerinde buldular. Nitekim, bugün bile İsviçre’de dünyadan ayrılmayı yükseklikle eşitleyen bir Menonit mezhebi var.
g. g.: Öte yandan, bunu enlemle eşitlediğinizi öne sürmek adil olur mu? Sonuçta, Kuzey Fikri’ni gerçek bir belgesel olarak değil, metaforik bir yorum olarak yarattınız.
G. G.: Bu oldukça doğru. Tabii ki, belgesellerin çoğu izole durumlarla ilgileniyor – Arktik yerleşkeleri, Newfoundland yerleşkeleri, Menonit yerleşkeleri vb.
g. g.: Evet, ama izole toplulukları ele alıyorlar.
G. G.: Çünkü benim “şaheserim” hâlâ birkaç çizim tahtası uzağımda…
g. g.: Yani, otobiyografik taslaklar mı bunlar?
G. G.: Efendim, bunu söylemek bana düşmez.
g. g.: Bay Gould, söylediklerinizin bir bakıma kasvetli, hatta gri bir tutarlılığı var, ama bana öyle geliyor ki başladığımız konser-plak temasından oldukça uzak bir noktadayız.
G. G.: Bilakis, o temanın bir dizi varyasyonunu gerçekleştirdiğimizi ve aslında tam bir döngüyü tamamladığımızı düşünüyorum.
g. g.: Her neyse, size sormak istediğim birkaç sorum daha var, sanırım bunlar içinde en önemlisi şu: Sansür Kurulu’nda hayal kırıklığına uğramış bir üye olmaktan başka ilginizi çeken başka bir kariyer var mı?
G. G.: Ben sık sık tutuklu olmayı denemeyi düşündüm.
g. g.: Bunu bir kariyer olarak mı görüyorsunuz?
G. G.: Kesinlikle, hakkımda yöneltilen tüm suçlamalar karşısında tamamen masum olacağıma dair bir anlayışla…
g. g.: Bay Gould, bir Myshkin kompleksinden mustarip olabileceğinizi size söyleyen oldu mu?
G. G.: Hayır, bu iltifatı kabul edemem. Basitçe, belirttiğim gibi, Batı dünyasında özgürlükle ilgili kaygıyı hiç anlayamadım. Görebildiğim kadarıyla, hareket özgürlüğü genellikle sadece hareketlilikle ilgilidir ve konuşma özgürlüğü çoğunlukla toplumsal olarak onaylanmış sözlü saldırganlıkla ilgilidir ve hapsedilmek, kişinin içsel hareketliliğinin ve yaratıcı bir şekilde insan durumundan çıkmayı sağlayabilecek gücün mükemmel bir sınavı olacaktır.
g. g.: Bay Gould, ne kadar yorgun olsam da, bu ifadelerin çelişkili olduğunu düşünüyorum.
G. G.: Pek öyle olduğunu sanmıyorum. Ayrıca bizden daha genç bir kuşağın olduğunu da düşünüyorum – yaşımız aşağı yukarı aynı, değil mi?
g. g.: Öyle olduğunu varsayıyorum.
G. G.: Bu kavramla boğuşmak zorunda kalmayan, rekabet olgusunu hayatın kaçınılmaz bir parçası olarak görmeyen, hayatlarını buna aldırmadan programlayan genç kuşak…
g. g.: Bana Neotribalizm fikrini mi satmaya çalışıyorsunuz?
G. G.: Aslında hayır. Bizi ilk etapta rekabetçi kabilelerin bu karmaşaya soktuğundan şüpheleniyorum, ancak dediğim gibi Myshkin kompleksi unvanını hak etmiyorum.
g. g.: Elbette, sizin tevazuunuz efsanevidir Bay Gould, ancak sizi bu sonuca götüren ne oldu?
G. G.: Kaçınılmaz olarak koruyucularımdan taleplerde bulunacağım gerçeği… Gerçekten özgür ruhlu birinin göz ardı edebileceği talepler.
g. g.: Mesela?
G. G.: Hücremin savaş gemisi grisi bir dekorla hazırlanması gerekirdi.
g. g.: Bunun bir sorun teşkil edeceğini sanmıyorum.
G. G.: Ceza infaz düzenlemesindeki yeni anlayışın ana renkleri de kapsadığını duydum.
g. g.: Ah, anlıyorum.
G. G.: … Ve elbette klima kontrolü hakkında bir tür anlayış olması gerekir. Bahsetmiş olmalıyım, tavan havalandırmaları devre dışı kaldı –soluk borusu iltihabı hastalığına yakalandım– ve zorunlu hava sisteminin kullanıldığını varsayarsak nem düzenleyicinin olması gerekecek…
g. g.: Bay Gould, sözünüzü kestiğim için özür dilerim, ancak Salzburg Festspielhaus’ta travmatik bir deneyim yaşadığınızı birkaç kez belirtmeye çalıştığınızdan beri aklıma geldi…
G. G.: … Ah, travmatik bir deneyim izlenimini bırakmak istemedim. Aksine, soluk borusu iltihabım öylesine şiddetliydi ki bir aylık konser programımı iptal ettim. Alpler’e çekildim ve en pastoral ve izole hayatı yaşadım.
g. g.: Anlıyorum. Peki şimdi, bir öneride bulunabilir miyim?
G. G.: Tabii ki.
g. g.: Bildiğiniz gibi, eski Festspielhaus aslında bir binicilik akademisiydi.
G. G.: Ah, gerçekten öyle, unutmuşum.
g. g.: Ve tabii ki, binanın arkası bir dağ yamacına konuşlandırılmış.
G. G.: Evet, bu oldukça doğru.
g. g.: Ve açıkça belli ki sembollere bağımlı bir insan olduğunuz için –eminim ki bu mahkûm fanteziniz, tam olarak bu– bana göre, Festspielhaus-Felsenreitschule-Kafka benzeri ortamı ile, bir uçurumun dibinde, geçmişine musallat olan binicilik hareketliliğinin hafızası ile, ayrıca eserlerini sık sık eleştirdiğiniz bir bestecinin doğum yerinde, böylece kendi yargı kriterlerinizden ödün vererek…
G. G.: Ah, ama onları öncelikle hedonistik bir yaşamın kanıtı olarak eleştirdim.
g. g.: Öyle olsa da… Festspielhaus, Bay Gould, sizin gibi bir adamın, şehitlik arayan bir adamın geri dönmesi gereken bir yer.
G. G.: Şehitlik mi? Sana bu izlenimi ne verdi? Oraya asla geri dönemezdim!
g. g.: Lütfen, Bay Gould, anlamaya çalışın. Vücudunuzu kırbaçlamanın, ruhun yükselişini ilan etmenin bundan daha anlamlı bir yolu olamazdı. Ve kesinlikle kendi münzevi yaşam tarzınızı dengelemek için, şehitlik anlayışınızı otobiyografik olarak tanımlayacak bundan daha anlamlı bir metaforik mizansen olamazdı, eninde sonunda bunu yapmaya çalışacağınızdan eminim.
G. G.: Ama inanın bana – Aklımda hiç böyle bir arayış yok!
g. g.: Evet, geri dönmeniz gerektiğini düşünüyorum, Bay Gould. Festspielhaus’un tahtalarını bir kez daha çiğnemelisiniz; gönüllü olarak, hatta neşe içinde o sahnede esip duran fırtınalara boyun eğmelisiniz. Çünkü ancak ve ancak o zaman, açıkça arzuladığınız şehitlik ülküsüne ulaşacaksınız.
G. G.: Lütfen yanlış anlamayın; endişeniz beni duygulandırdı. Sadece, Bay Vonnegut’un Billy Pilgrim’in ölümsüz sözleriyle, “Henüz hazır değilim.”
g. g.: Bu durumda, Bay Gould, Bay Vonnegut’un ölümsüz sözleriyle, “İşte böyle!”
High Fidelity, Şubat 1974.