Yeraltından Notlar – II
Gölge
Gölgemi ilk kaç yaşında fark ettim acaba? Tam hatırlamam mümkün değil. Kendimi aynada ilk keşfettiğim zamanlara yakın olmalı. İnsanın, bir kendisi de olduğu zamanlar… Peki ya gölgemin / gölgenin ışığa kadim bir borcu olduğunu… Gölge, karanlıkta yoktu. Işık varken en azından sadece bir gölge vardı yalnızlar için, karanlıkta hiçbir şey. Gölge ve ışık, belki de en eski ikilisi, ikiziydi zamanın.
Dostoyevski’nin İkiz’ini ilk okuduğumda, gölgenin de ruhun öteki yüzü, zihnin bir uzak kardeşi olduğunu fark ettim. O kaç yaşıma rastlar? On yedi olabilir. İnsanın kendisinin hiç önemli olmadığı zamanlar…
İkizler, ikililer, zıtların birliği de o gençlik yıllarına rastlar. Nefretle sevgi. Habil ile Kabil, Vergilius ile Dante (ve tabii bitmez yolculuklar), Köroğlu ile Ayvaz, Celaleddin ile Tebrizî (Yunus’u saymam, tektir Yunus, onun yolu farklıdır)…
O ikilikte her şey vardır. Aşk, dostluk, intikam, düşmanlık. Binali ile Temir (gençken okuyanlar daha iyi anlamıştır bu tuhaf Murathan Mungan hikâyesini, çünkü sonradan okuyunca daha da tuhaf anlaşılacaktır) ve tabii o güzelim Gılgamış ile Enkidu…
Leylâ ile Mecnun dediğim zamansa gece ile bir cinli gelmişti aklıma ilk. Kaç yaşındaydım. Cinli demek değil miydi zaten mecnun. Belki de bir yaşta falan değildim. Çağrılmıyordum. Belki Yusuf’tum, yani Yakup, bazen karıştırıyordum.
Ruhun bir diğer parçasını taşıyan acılı ikizi hep içerken düşündüm. Bir ilişkiydim, içkiydim demişti şair. Belki bir kurt-adam. Biraz kurt, biraz adam. Belki Dr. Jekyll ile Bay Hyde. Jekyll J ile başlıyor, Hyde H ile; ikisinin arasında ben, benlik var İngilizce. I… İngilizce I, bir kişi gibi duruyor, yapayalnız bir kişi. Bizim BEN ise kalabalık, geniş b’ler, e’ler… Birin iki yanı olunca daha da büyüyor denklem. Zihin, gölge, karanlık alanlar. Huxley’in kapılarından sonrası belki.
Gölge, bilinç altımızda kabul edemediğimiz, söylemeye cesaret edemediğimiz, bize diz çöktüren hakikat belki de. Bastırılan, inkâr edilen, korkulan, susulanlar gölge. Jolande Jacobi, Jung’un psikolojisini şöyle tarifler: “Gölgenin gelişimi egonun gelişimine paraleldir; egonun ihtiyaç duymadığı ya da faydalanamayacağı nitelikler bir kenara bırakılır ya da bastırılır, böylece de bireyin bilinçli yaşantısında pek az rol oynar ya da hiç rol oynamazlar. Aynı şekilde, bir çocuğun gerçek bir gölgesi yoktur, ancak egosunun istikrarı ve kapsamı arttıkça, gölgesi de belirginleşir.” Gölgesi kadar ağır her şey diyen bir şair var mıydı, ben mi boşluktan bir yerden ses veriyorum.
Ursula K. Leguin, kaydetmiş, Jung’un kendisi de şöyle diyor: “Herkes bir gölgeye sahiptir, bu gölge bireyin bilinçli yaşantısında ne kadar az içeriliyorsa, o kadar kara ve yoğun olur.”
Gölgen yok senin, acılar barınmamış sende diyen bir şair de vardı… Yok muydu yoksa, anılar ve zamanlar da bir çeşit insan mıydı? Kim bilir.
Şairler zaten gölgenin hep karanlık alanlarından, sezginin, görünmezliğin, bilinmez ülkelerin bir yerlerinden… Sen oraya bakabilirsen, orası da sana bakar bir gün.
Planck Zamanı
Öyle küçüktür ki Planck’in zamanı. Aşağı yukarı, günümüzde fotoğraf makinelerinin yakaladığı andan on üzeri eksi otuz dokuz kat daha küçük. Fotoğraf çekmek için deklanşöre bastığın zaman diliminin kısalığını, bir de şununla çarptığını düşün yani: 0,00000000000000000000000000000000000000000001 saniyedir. Bu ortaya çıkan kısalık sürecinde bir fotoğraf çekilse büyük ihtimalle hiçbir şey görünmeyecektir.
Ya da sadece tek bir nokta görünür, çekilemeyeceği için bilemeyiz. Bu zaman dilimi az biraz daha uzar da virgülden sonraki sıfırlar azalırsa yine pek bir şey göremeyiz. Kendimizi falan görmekse hayaldir, olsa olsa etrafa yaydığımız dalgaları belirginleşir. Geleceğe Dönüş 2’de vardı, hatırla, fotoğraflar kısacık anlarda, geçmiş değiştikçe yok olurlardı.
Biraz daha uzasa bu zaman, sıfırlar azalsa fotoğraf karesinde vücudumuz yavaş yavaş belirir gibi olur sanırım.
Gittikçe ortaya çıkan bir fotoğrafın hikâyesi gibi düşündüm bu kısacık paragrafı. Ama anlattıklarım çok bilimsel değil. Bilim, belki de sadece söylem düzeyinde şiire yakın. Planck zamanı demek, ölçülebilen en kısa zaman dilimi demektir. Bu sıfırlar biraz daha artarak gölgelenirse artık ölçülemezlik başlar. Bu zaman tanımı, Büyük Patlama’dan hemen sonrasını tanımlamak için kullanılan zaman birimidir. Planck sonrasında zaman rakamsal olarak ifade edilmiş, mekân da boyut bağlamında hesaplanır duruma gelmiştir.
Bir an düşünsene ey okur! O ilk an, düşün. Hani Tanrı ışık olsun demişti de ışık olmuştu; doğal olarak da gölge… İşte o anda sıcaklık tahminen 10 üzeri -32 Kelvin’di. İnsanlık şu ana dek laboratuvarda ancak 10 üzeri -10 Kelvin sıcaklık üretebildi. Yoğunluksa 10 üzeri 94 gram/santimetreküptü o anda. Evrenin bilinen en yoğun cismi nötron yıldızının yoğunluğundan bile defalarca kez fazladır bu. Mümkün değildir yani. O büyük patlayan atomun çapı ise 10 üzeri -36 santimetre idi. İnsan saçı 10 üzeri -5 santimetre… Bu da mümkün değildir yani. Turgut Uyar, o yüzden mi “bütün mümkünlerin kıyısında” olmayı seçmişti acaba? Şairlerin o gölgeli…
Neyse, o anı düşün işte. O ilk… O anda evren minik bir enerji yumağıydı ve bilinen hiçbir atom altı parçacık var olmamıştı. Işık olmadığı için henüz, gölge de yoktu. Edip Cansever zaten yoktu henüz. Ama şu dizeler… Şu dizeler yok mu, var idi:
“Gölgen yok senin, ayak izlerin yok / Neden mi? Acılar barınmamış ki sende / Mutluluk yok, mutsuzluk yok.”
Gölgeler, mutsuzluklar, zaman, kısalık, mümkünler ve ışık. Gittim ben… Belki yine gelirim bir gün. Ses veren olursa sesime. Vefa ile…
Onur Caymaz