KIRK YIL ÖNCESİNİN BİR İSTANBUL MAHALLESİNDEN, SONRA YAŞANANLARLA BİÇİMLENMİŞ

İZLENİMLER

CHP tek parti yönetiminin hayal gücü kıtlığından mıydı ne; o zamanlar, ilkokullara ad verilmemişti de, numara verilmişti. Ben ilkokula Beşiktaş Ondokuzuncu İlkokulda başladım.

Yıl 1942 ya da 1943 olmalı. Evimiz, Çırağan Caddesi üstünde, okula çok yakın, üç katlı ahşap bir evdi. Arka tarafında minnacık bir bahçesi de olan bu evi, anam birkaç yıl sonra yoksulluktan sattı. “Yakında istimlak edilecek; zaten” diye anamı kandırıp, yok pahasına aldılar evi. Ev istimlak filan edilmedi; Dahası, sonradan üstüne iki de kat çıktılar. O gün bugün yerinde duruyor. Önünden her geçişte bakarım; içim sızlar. Ama. doğrusunu söylemek gerekirse, aylardır et yüzü görmemiş yoksul soframızda, o ev satıldığı zaman aldığımız para ile yenen pirzolanın lezzetini de unutmuş değilim.

Evimiz, Beşiktaş’tan Ortaköy’e gidiş yönüne göre sol tarafta, Çırağan Caddesinin üzerindeydi. Mahallemize “Paşa Mahallesi” denirdi.  Evimizin tam karşısında denize doğru uzanan 100 metreden az boyda, kısacık bir asfalt yol vardı. Bu yol dümdüz gider denize varırdı.

Ben yetişemedim, ama eskilerden duymuştum. Daha önceleri bu yolun ucunda bir deniz hamamı varmış. Deniz hamamı, o zamanın bir tür kapalı havuzu… Tahtalarla kaplı bir iskele gibi bir şey. Yani, dışardan içerisi görülmeyen, deniz üstünde bir yer. Kadınlar, işte bu deniz hamamında denize girerlermiş. Şehrin orta yerinde ucu denize açılan, caddeden bakınca geçen gemileri ve Boğazın öte yakasını görebildiğiniz bu güzelim yol, bugün artık yok! Böyle bir yolun tadına varmaktan aciz hangi hödük yetkililerin kararıyla bilmem. yıllar sonra bu yolun denize açılan ucuna bir yapı oturttular. Et ve Balık Kurumu’nun deposu muymuş, neymiş… Çirkin mi çirkin, kocaman bir yapı. Yolun ağzına bir tıkaç gibi oturan bu münasebetsiz yapı, ne deniz görüntüsü bıraktı, ne birşey. Güzelim yol, göz göre göre katledilmiş oldu böylece.

İşte, artık ancak rahmetle anabildiğim bu sevimli, kısacık yolun denize ulaştığı yerde, sol taraftaydı bizim Ondokuzuncu ilkokulun bahçe kapısı. Okula, kısaca “Ondokuz” derdik, bahçesine de “Ondukuzun bahçesi”… Kocaman, dümdüz bir bahçeydi. Bir öbek oluşturan üç beş tane ağaç dışında, bahçe çıplak bir düzlüktü. Üstelik de, çok çirkin yüksek mi yüksek taş duvarlarla çevriliydi. Ama deniz tarafının tadına doyum yoktu doğrusu. Yansı taştan yapılmış rıhtımlı bu kıyı, bahçe boyunca sereserpe uzanırdı. Ondokuzuncu ilkokulun binası, Dolmabahçe’den Ortaköy’e kadar kıyı boyunca serpiştirilmiş saray yavrularından biriydi. Eskiler, bunlara “Feriye Sarayları” derdi. Biz de, Ondokuzu yaptıranın “Feriye” adında bir sultan olduğunu düşünürdük. Bu binalara saraya göre ikinci derecede oldukları için “fer’iyye” denildiğine, hayalimdeki güzel ve iyiliksever Feriye Sultanın bu işle hiçbir ilgisi bulunmadığına inanmak bana hala zor gelir!

Ondokuz ve Ondokuz’un bahçesi, bizim mahallenin “onsuz olmaz” bir parçasıydı. Tabii, her şeyden önce bir okuldu Ondokuz; mahallenin ve çevrenin bütün çocukları ABC’yle orada tanışır, öğretmenden cetvel dayağı yiye yiye kerrat cetvelini orada ezberlerdi. Ondokuz’un öğretmenlerinden biri yoldan geçerken, okula başlamamış çocuklar bile, oynadıkları oyunu filan bırakıp edeplenirdi. Çoğu zaman da, neden bilinmez, öğretmen uzaktan görülür görülmez, kaçıp hızla uzaklaşma adeti vardı. .

Okullarda, şimdiki gibi “ikili üçlü” tedrisat yoktu. Sabah, iri yarı hademenin elinde sallayıp çaldığı küçük çanın sesiyle sınıflara doluşurduk. Sıralarımız, kim bilir ne zamandan kalma, kırık dökük şeylerdi. Feriye Saray’ı okul olduktan sonra, kim bilir kaç öğrencinin ayağıyla taşınıp gelmiş toz ve çamur, yerdeki tahta döşemelere işlemiş, tahtalar kapkara olmuştu. Kimi yerde de, tahtaların arası bayağı açılmıştı.

Kışın, soba çoğu zaman çocukların çalıp çırpıp getirdikleri odunla yakılırdı. Hemen her zaman da tüterdi. Aslında, denize bakan, kırık camlı bir sürü penceresi olan bu sınıflarda soba doğru dürüst yansa da kimseyi ısıtması imkansızdı. Kısacası, kışlar oldukça sefaletti…

İkinci Dünya Savaşı’nın o yoksul ve soğuk kışlarının pek nadir tatlı anılarından biri, Ondokuz’un bahçesinde koca koca toriklerin karaya vurması olmuştu. Balıkların gözü, tipiden kör olmuş… Öyle demişlerdi. O karlı havada, buz gibi suya dizlerine kadar girmeyi göze alanlar, sersem olmuş balıkları kuyruklarından yakalayıp karaya savurmayı başardılar. Yoksul sofralar, taze taze balığa kavuşmuş oldu.

Kışlar, çoğunluk sefaletti. Vesika ekmeği, şeker yokluğu, yiyecek kıtlığı gibi sıkıntılar arasında, nereden zuhur etti bilinmez, bir kış günü küçük tekerlekli arabalarla sokaklara seyyar satıcılar döküldü. Ortalığı “Fındık üzüm, karışık … Yüz gram on üç!…” feryatları kapladı.

Nasıl olduysa olmuş, bir açıkgöz tacir eline bir parti kuru üzüm geçirmiş … Şekerin bulunmadığı, bulunsa da ateş pahası olduğu o günlerde kuru üzüm gibi bir nimeti tek başına yemek de haram tabii; kuru fındıkla harman etmiş, yüz gramı on üç kuruştan satılmak üzere seyyar satıcılara vermiş. Para bulabilen, alabildiği kadar alıp, çoluğuna çocuğuna yedirdi. Fındık üzüm karışık yüklü o küçük arabaları sürüp, sıtma görmemiş sesleriyle ortalığı çınlatan Beşiktaşlı delikanlılar, yıllar sonra İnönü Stadı açılınca aynı gayret ve çığırtkanlıkla orada da futbol seyircilerine ekmeğin içinde, eşek etinden yapılma salam ve sucuk sattılar. Kimisi de, işi daha büyütüp başka iş alanlarında yeteneklerini kanıtlamanın yolunu buldu. Şimdilerde ense kulak yerinde işadamı oldular.

Biz dönelim Ondokuz’a… Ondokuz’un bahçesinde baharın, hele yazın keyfi çok büyüktü. Bu bahçe, okul saatlerinden sonra bile çocukların bırakıp ayrılmak istemedikleri bir yerdi. Bu koca bahçenin çeşitli yerlerinde, kaç tane çocuk takımı, aynı anda, kıyasıya futbol oynardı. En makbul oyun tabii futboldu, ama futbolu kıvıramayanlar için koşmaca, saklambaç, adam kurtarma filan gibi oyunlar da vardı. Voleybol, basketbol, hentbol bilinmezdi.

Yaz gelip de okullar tatile girince de Ondokuz’un bahçesi yine çocukların oyun yeriydi. Üstelik de, kıyı tarafında denize girilirdi. Savaş yıllarının yetersiz beslenmesi yüzünden kavruk kalmış, çiroz gibi nice küçük çocuk, Boğaz’ın soğuk sularında, dona titreye burada yüzme öğrendi. Yüzmeye gelen büyükler de olurdu tabii. Üstündeki pırtıları rasgele bir kenara savuran çocukların aksine, büyükler giysilerini daha bir özenle katlayıp, duvar diplerine filan bırakırlardı. Ama adına ister okuma kitabımızdaki adıyla ”denizdonu” deyin, ister “mayo” deyin, hemen hemen kimsenin kıçında doğru düzgün bir deniz giysisi yoktu. Çoğu da, kirden kararmış donlarla girerlerdi denize. Arada, kimi çocuk da çırılçıplak yüzerdi. Bunlara “sivil” denirdi. Bugünkü anlamında deniz “kirliliği” kimsenin bildiği, duyduğu bir şey değildi tabii. Ama, deniz kimi zaman öyle çöplü olurdu ki, suyun üstünde yüzen, sebze meyve kabuklarını ve daha kim bilir neleri, elle aralayıp yüzerdik. Üstelik, ara sıra arabacılar da atlarını getirip, insanların arasında denize sokarlardı.

Bir ara da, kim bilir kimin emriyle, bir polis gelip yüzmeyi yasaklamaya çalışırdı; Belki de denizde boğulan çocuklar olmuştu da ondan … Ama o zamanların, yakası sımsıkı kapalı üniforması içinde, sıcaktan bunalmış polisle, denizin keyfini çıkaran çıplak kalabalık arasındaki mücadele ilginçti. Tek parti döneminde bile, polisin elindeki düdük, denizde yüzenler üzerinde yeterince etkili olmayabiliyordu. Böyle durumlarda polis denizdekilerin kenara köşeye bırakılmış elbiselerini gelişigüzel toplar, koltuğunun altına sıkıştırıp caddeye doğru yürümeye başlardı. Elbisesini polise kaptırmış olanlar, polisin arkasından seyirtir, yalvara yakara elbiselerini isterdi. Yakası sımsıkı kapalı, bacakları meşin tozluklu polis önde, çoğu donla denize girmiş yalvaran çıplak çocuklar arkada, öylece yürürlerdi. Polisin sabrına ve insafına göre, karakola doğru yaklaştıkça elbiseler birer ikişer yere bırakır, elbisesini kapan, o sevinçle bir daha denize girmemeye yemin ederdi. Tabii, aynı gün değilse ertesi gün yemini bozmak üzere…

Denize, ilke olarak, anne babadan da gizli girerdi çocuklar. Kiminin annesinin, akşam ev de kolunu bacağını yalayıp tuz tadı alınca, veledin denize girdiğini anlayarak maşayı kapmasıyla dayağa giriştiğini duyardık.

Caddeden denize doğru uzanan o kısa asfalt yolun sonunda sola değil de sağa dönerseniz, karşınıza, kalın taş duvar delinerek açılmış kocaman bir kapı çıkardı. Her tarafını kömür tozu sarmış bu kapıdan girince, içerde dağ gibi kömürlerin yığılı olduğu bir depo vardı.

Dolmabahçe’deki gazhanenin kömürü, Zonguldak’tan gemilerle işte bu depoya gelip boşalırdı. Gemilerin adları da çok hoştu: Şule, İkbal, Sebat, Necat… Geminin hangi şirkete bağlı olduğunu, bacasındaki işarete bakıp anlamayı öğrenmiştik. Yukardan aşağı kırmızı beyaz çubuklu işaret, geminin “Kalkavanlar”a ait olduğunu gösterirdi. Üçgen içinde iki tane “B” harfi gördük mü, gemi “Barzilay – Benjamen” lerin demekti. (Bu Barzilay-Benjamen şirketinin, bir süre sonra çıkarılan ve gayri Müslim yurttaşlara yüklenen “Varlık Vergisi” yüzünden battığını, sahiplerinin sefil duruma düştüğünü işitmiştik.)

Neyse, kömür yüklü gemi Zonguldak’tan gelip de kömür deposunun önüne yanaştı mı, boşaltma işi için bir telaş, bir koşuşturma başlardı. Bugünün gözüyle bakılınca, kömür ilkel mi ilkel bir yöntemle boşaltılır Önce, geminin vinçleri korkunç, çirkin seslerle çalışmaya başlar, vinçlere bağlı, kazan denilen boş kaplar gürültüyle ambara indirilir, aşağıda doldurulan bu kazanları yine vinç yukarı çekerdi. Tabii, çoğu hayli eski, hatta hurda sayılacak bu gemilerin vinçleri, dolu kazanı ambardan yukarı çekerken, bizim bile uzaktan hissedeceğimiz biçimde biraz zorlanırlardı.

Yukarı çekilen kazanların içindeki kömür, gemiden aşağı, mavnalara boca edilirdi. Koca mavna, yükünü alınca, kıyıya çekilir, ondan sonra da sırt hamallarının işi başlardı. Tonlarca kömür, o kapkara mavnalardan işte bu sırt hamallarının sırtında, kıyıdan biraz uzağa taşınır, dağlar gibi yığılırdı.

Mavnadan uzatılmış o daracık kalasın yaylanma temposuna ayak uydurarak, sırtlarından kömür yüküyle kıyıya çıkmak bir cambaz ustalığı isterdi. Bu ince ve zorlu yürüyüş sırasında dengeyi yitirip, paldır küldür yuvarlanmak her an mümkündü. Bunun için mi bilmem, hamalların elinde uzunca birer de sopa olur, sırtlarındaki yükü, bu sopayla kollarlardı.

Kömür, sırta bağlı, ince uzun, dibi de sivri küfelerle taşınırdı. Hamalların bacaklarında, kömür tozundan kapkara kesilmiş uzun don ya da potur olurdu. Ayaklarına giydikleri de, ucu yukarı kalkık, çarıkla pabuç arası bir şeylerdi.

Biteviye hareketlerle birbirini izlemelerine ve çalışkanlıklarına bakıp, bu hamalları karıncalara benzetebilirdiniz. Ama, karıncaların sessizliklerine karşılık, bu hamallar, gürültücü bir gayret içindeydi. Belki de yaz, kış demeden, durup dinlenmeden yaptıkları bu işin ağırlığını unutmak için, sürekli bir bağırış çağrış içinde çalışırlardı.

Fizik olarak bizim mahalleyle bu kadar yakın olan, bizim mahalle bakkalından aldıkları kavurma ve helvayla karınlarını doyuran bu hamallarla mahallenin ilişkisi yok gibiydi. Biz onlara, onlar bize yabancıydık. Nereden gelirler, işleri bitince nereye gidip kaybolurlar, bilinmez; merak edilmezdi. Mahalle çocuklarından birkaç açıkgöz, Ondokuz’un bahçesindeki çeşmeden doldurdukları testiyle bu hamallara bardağı kırk paradan Hamidiye suyu satardı. Bütün ilişki de bundan ibaretti. Mahalleyle hem bu kadar iç içe hem de ona bu kadar yabancı olan bu Doğulu hamalların halini çok yıllar sonra Almanya’ya giden işçilerimizin oradaki durumuna benzetsek çok yanlış olmaz sanırım.

İnanılması kolay değil, ama koca İstanbul’ un havagazının üretildiği kömür, işte bu hamalların sırtında taşınıp yığılırdı. Bir meraklısı çıkar da, 1940’ların İstanbul’unda hangi semtlerde, kaç evde havagazı kullanılırdı, gazhanenin yıllık kömür tüketimi ne kadardı gibi sorulara bilimsel yanıtlar bulursa belki durum aydınlanır. Benim bildiğim, gazhanenin kömürü bizim mahalleden yüklenirdi, ama bizim mahallede, yemeklerini öyle borular içinden gelen gazla pişiren yoktu. Havagazı da, başka birtakım alafrangalıklar gibi, Beyoğlu ve çevresine ait bir şey sayılıyordu herhalde. Bizim mahallede yemekler, maltız denilen kömür ocaklarında pişerdi.

Kömürü gazhaneye taşıyan, iki kamyon vardı. Yıllar yılı aynı yolda gidip gelen bu kamyonları ezbere bilirdik. Koyu yeşil boyalı, ama çoğu zaman kömür tozundan rengi belli olmayan bu kamyonların şoförlerini de iyi tanırdık. Bizim çocuk hayallerimizin kahramanları arasındaydı bu şoförler de. O zamanki İstanbul’un tenha caddelerinde, yıllar yılı aynı rotada gidip gelen bu kamyonlarda şoförlük, belki de insanı sıkıntıdan bunaltan bir işti. Ama bu şoförlerin yaptığı iş, bizler için uzay pilotluğu gibi bir şeydi.

Çok ender, uçak geçerdi mahallenin üstünden. O çok yükseklerde ağır ağır uçağa bakıp, avazımız çıktığı kadar “Tayyareci baba, beni de al! … “ diye haykırışımıza hiçbir pilottan yanıt gelmedi. Ama her uçak sesiyle birlikte, başımız göğe doğru kalkık, gözümüz uçakta, biz hep haykırdık o hayalimizdeki babacan pilota … Şoförlüğün, tayyareciliğin cazibesi ne olursa olsun, iki çocuktan birinin büyüyünce olmak istediği şey, vatmanlıktı. O parlak kırmızı birinci mevki tramvayın önündeki vatman mahallinde elinde reostanın tutamağı, raylar üzerinde gıcıtıyla geçip giden vatman olmak … Ben bu vatmanlardan daha güçlü, onlara söz geçirecek kimse olabileceğini hiç düşünmemiştim. Zaten, bana göre vatmanlar da, yolcu taşımak için filan değil de, kendi keyifleri için işletirlerdi o tramvayları.

*

Şimdinin gözüyle baktığımızda, 1940’ların o yoksul Paşa Mahallesi, her şeye karşın mutluymuş gibi görünüyor. Buna, “soğanın cücüğünden ötesini hayal edemeyenlerin mutluluğu” deyin isterseniz. Gerçekten, azla yetinebilen, fazla hırsı da, merakı da olmayan insanların mahallesiydi bizim mahalle. Pek az şey değişirdi. Durağan, yavaş, telaşsız bir hayatı herkes paylaşır; küçük, küçücük şeylerle avunmasını bilirdi.

“Şimdiki İstanbul’la karşılaştırılırsa” mı dediniz? Böyle bir karşılaştırma yapmak bana imkansız görünüyor. 1940’ların İstanbul’uyla, 1980’lerin İstanbul’u, bambaşka, apayrı iki şey … Elmalarla armutları karıştırmayalım.

Sokaklarında herkesin birbiriyle kavgalı gibi yürüdüğü, ikide birde tıkanıp, insanı çileden çıkaran trafiğe karşılık, herkesin de inadına bir acelecilik içinde kıvrandığı, hakkına razı olmanın enayilik sayıldığı bugünün İstanbul’unu hala sevdiğini söyleyenler de yok mu? Var tabii. Bu bana neyi hatırlatıyor, biliyor musunuz? Hani, çok uzun yıllar sürmüş bir evlilikte, koca bir gün karısına bakıp şöyle demiş:

Gönül, muhabbeti bir âdet eylemiş/Yoksa, ne bende aşk ne sende cemal kalmıştır….

Rona Aybay

tr_TRTurkish