KENT ÜZERİNE RESİMLİ BİR MASAL
Kent (Die Stadt), Alman yazarı Hermann Hesse’nin (1877-1962) en çarpıcı öykülerinden biridir. 1910 yılında kaleme alınan bu öykü, kültür tarihi ve gelişme kuramları açısından uygarlığımıza ilişkin bir kesiti gözler önüne serer. Günümüzde, yani bu öykünün kaleme alınışından yetmiş yılı aşkın bir süre sonra bilim, bu öyküde değinilen noktaları tartışmaktadır.
1943 yılında Viyana’da doğan ve ünlü bir çocuk kitapları yazarı ve illüstratörü olan Walter Schmögner, Hermann Hesse’nin 100. doğum yıldönümü nedeniyle (2 Temmuz 1977) Kent adlı öyküyü resimledi. Böylece de öyküyü, metni ve resimleriyle birlikte bugünün ve geleceğin bir tür tarihine dönüştürdü.
Daha dün döşenen rayların üstünden insanlarla, kömürle, aletlerle ve yiyeceklerle dolu ikinci tren geldiğinde mühendis, “İlerliyoruz!” diye bağırdı. Bozkır, sarı güneş ışığının altında ağır ağır kavrulmaktaydı; ağaçlarla kaplı sıradağlar ufukta mavi bir sis perdesinin ardında yükseliyordu. Vahşi köpekler ve bizonlar, ıssızlığın ortasındaki çalışmaları ve gürültüleri, yeşilliğin içerisinde beliren kömür, kül, kâğıt ve tenekeden benekleri hayretle izlemekteydiler. İlk rendenin sesi, ürkmüş olan manzarada yankılandı, ilk tüfeğin patlaması bir gök gürültüsü gibi dağlara doğru seğirtti, ilk örsten hızlı çekiç darbeleriyle birlikte neşeli sesler yükseldi. Tenekeden yapılma bir ev belirdi; ertesi gün onu tahtadan bir ev ve daha başkaları izledi, bunlara her gün aralarında kısa süre sonra taştan yapılanların da bulunduğu yenileri eklendi. Vahşi köpeklerle bizonlar artık gelmemeye başladılar, bölge evcilleşti ve verimli oldu, düzlükler hemen ertesi ilkbaharda yemyeşil tarlalara dönüştü, avlular, ahırlar ve samanlıklarla donandı, vahşi topraklardan yollar geçti.
Tren istasyonu, hükümet binası ve banka tamamlanıp hizmete açıldı, çevrede aralarında yalnızca ay farkı bulunan kardeş kentler kuruldu. Dünyanın her yanından işçiler, köylüler, kentliler geldiler; tüccarlar, avukatlar, vaizciler ve öğretmenler geldiler, bir okul, üç dini cemaat, iki gazete kuruldu.
Batıda petrol yatakları bulundu, genç kent büyük bir refaha kavuştu. Aradan henüz bir yıl geçmişti ki, yankesiciler, pezevenkler, hırsızlar ortaya çıktı, bir büyük mağaza, bir alkolle savaş derneği, Parisli bir terzi ve Bavyera birahanesi açıldı. Komşu kentlerin rekabeti tempoyu hızlandırdı.
Artık seçim konuşmalarından grevlere, sinemalardan ispritizmacılar derneğine kadar her şey vardı. Kentte Fransız şarabı, Norveç’ten gelme ringa balığı, İtalyan salamı, İngiliz kumaşları, Rus havyarı bulunabiliyordu. İkinci sınıf şarkıcılar, dansçılar ve müzisyenler çıktıkları turneler sırasında bu bölgeye de uğramaya başlamışlardı.
Ve ağır ağır kültür de geldi. Başlangıçta yalnızca bir yerleşme merkezi olan kent, bir vatana dönüşmeye başladı. Buradaki selamlaşma biçimleri, karşılaştıklarında birbirlerine başlarını insanların sallamaları, başka kentlerdekilerinden kolaylıkla ve ince farklarla ayrılıyordu.
Genç bir kuşak yetişmekteydi. Bu kuşaktan olanların gözünde kent, neredeyse sonrasızlık kokan bir vatan gibiydi. İlk çekiç darbesinin yankılandığı, ilk cinayetin işlendiği, ilk ayinin yapıldığı, ilk gazetenin basıldığı zaman, artık uzak bir geçmişte kalmış, tarih olmuştu bile.
Kent, komşu kentleri egemenliği altına almış, büyük bir bölgenin başkenti konumuna gelmişti. Geniş ve insanın için açan caddelerde, bir zamanlar kül yığınlarının ve su birikintilerinin yanında bulunan, tahtadan ve tenekeden yapılma ilk evlerin yerinde şimdi ciddi ve saygın görünüşlü resmi yapılar, bankalar, tiyatrolar ve kiliseler yükseliyordu; öğrenciler geze dolaşa üniversiteye ve kitaplığa gidiyorlardı; cankurtaran arabaları sessizce kliniklere doğru yol alıyordu, bir milletvekilinin arabası fark ediliyor ve selamlanıyordu, taş ve demirden yapılma dev gibi yirmi okulda her yıl şanlı bir geçmişe sahip bulunan kentin kuruluş yıldönümü şarkılar ve konuşmalarla kutlanıyordu. Bir zamanlarki bozkır, tarlalarla, fabrikalarla, köylerle örtülmüş yirmi tren hattı tarafından dilimlenmişti; dağlar daha yakına gelmiş ve bir teleferik aracılığıyla ta uçurumlarına değin ulaşılabilir olmuştu. Zenginler yazlık evlerini ya bu dağlarda ya da uzakta, deniz kıyısında yaptırmışlardı.
Kuruluşundan yüzyıl sonra bir yer sarsıntısı, kenti yerle bir etti.





Kent yeniden canlandı; eskiden ahşap olan ne varsa bu kez taştan yapıldı, küçük olanların tümü büyütüldü, eskiden dar olan ne varsa genişletildi. Artık tren istasyonu ülkenin en büyük istasyonu, borsa da dünyanın o bölgesinin en büyük borsasıydı, mimarlar ve sanatçılar, gençleşen kenti resmi yapılarla, parklarla, havuzlarla ve anıtlarla süslediler. Bu yeni yüzyıl boyunca kent, ülkenin en güzel, en zengin kenti ve görülmeye değer bir yer olarak ün kazandı.
Yabancı kentlerin politikacıları, teknisyenleri ve belediye başkanları, bu ünlü kentin yapılarını, su yollarını, yönetimini ve başkaca kurumlarıyla kuruluşlarını incelemek için geldiler. Dünyanın en büyük ve en görkemli binalarından biri olan yeni belediye sarayının yapımına da o sıralarda başlandı; mutlu bir rastlantı sonucu, bu yeni gelişmekte olan zenginlik. Ve kentte yaşamaktan kaynaklanan gurur dönemi, genel olarak zevk düzeyinin, özellikle de mimarlık ve heykeltıraşlık sanatlarının yükseldiği bir dönemle kesiştiğinden, hızla gelişmekte olan kent olağanüstü, ama şımarık ve kendini beğenmiş bir yaratıya dönüştü. Yapılarının tümü kibar görünüşlü, açık gri taştan olan iç kesimi görkemli parklardan oluşma geniş bir yeşil kuşak sarıyordu; bu kuşağın dışında caddeler ve binalar, alabildiğine yayılarak ağır ağır kent dışına, boş ajanlara doğru açılıyordu.
Dev bir müze çok ziyaret ediliyor ve hayranlık uyandırıyordu; müzenin yüz salonunda ve avlularında başlangıcından son gelişme aşamasına değin kentin tarihi sergilenmekteydi. Müzenin dev boyutlardaki ilk avlusu çok iyi bakımlı; bitki ve hayvanların, en eski döküntü barınakların, sokakların ve tesislerin aslına tümüyle sadık modelleriyle bir zamanlarki bozkırı gözler önüne sermekteydi. Kentin gençleri vakit geçirip eğlenmek için buraya geliyorlar, tarihlerinin çadırdan, tahta barakalardan ilk eğri büğrü yollardan büyük kent yollarının görkemine değin uzanan akışını inceliyorlardı.
Ve öğretmenlerinin rehberliğindeki bu gençler, gelişmenin ve ilerlemenin görkemli yasalarını, kaba sabalıktan inceliğin, hayvandan insanın, vahşiden eğitilmişin, yoksulluktan zenginliğin, doğadan kültürün nasıl oluştuğunu öğreniyorlardı.
Bir sonraki yüzyılda kent, zenginlik içerisinde ve hızla artan görkeminin doruk noktasına vardı; sonunda alt sınıfların kanlı bir ihtilali bu yükselişi durdurdu. Ayaktakımı, işe kentin birkaç mil uzağındaki petrol tesislerinin çoğunu ateşe vermekle başladı; bunun sonucunda ülkenin fabrikalardan, çiftliklerden ve köylerden oluşan büyük bir bölümü kısmen yandı, kısmen de boşaldı.
Kentin kendisi ise akla gelebilecek her türlü katliama ve vahşete sahne olmakla birlikte, varlığını korudu ve sonraki on yıllar boyunca ağır ağır yeniden kendine geldi; ama o eski canlı yaşamını ve yapım çalışmalarını bir daha sergileyemedi Kentin kötü döneminde, denizlerin ötesindeki uzak bir ülke ansızın gelişmişti; bu ülkede buğday, demir, gümüş ve başkaca zenginlikler, sanki içinden alındıkça daha çok veren bir toprağın bereketiyle elde edilmekteydi. Yeni ülke, eski dünyanın atıl duran güçlerini, çabalarını ve isteklerini zorla kendine çekti, topraktan neredeyse bir gecenin içinde kentler yükseldi, ormanlar ortadan kayboldu, şelaleler denetim altına alındı.
Eski güzel kent, yavaş yavaş yoksullaşmaya başladı. Artık bir dünyanın kalbi ve beyni değildi; pek çok ülkenin pazarı ve borsası da değildi. Hayatta kalmakla ve yeni zamanların hayhuyu içerisinde tümüyle silinmemiş olmakla yetinmek zorundaydı. Uzaklardaki yeni dünyaya gitmemiş olan işsiz güçlerin artık yapacakları binalar ve fetihler yoktu, ticaret ve kazançları da azalmıştı. Artık yaşlanmakta olan bu kültür ortamında bunların yerine yeni bir tinsel yaşam filizlendi, gittikçe sessizleşen kentte bilginler, sanatçılar, ressamlar ve şairler yetişti. Bir zamanlar genç ülkenin ilk evlerini yapmış olanların halefleri, günlerini dudaklarında bir gülümsemeyle, tinsel hazların ve çalışmaların sessiz, gecikmiş hasat ortamında geçiriyorlar, yılların aşındırdığı heykelleri ve yosun tutmuş sularıyla, o eski bahçelerin geçmiş zamanın yasını tutan görkemini resmediyorlar, zarif dizelerde eski kahramanlık günlerinin artık uzaklarda kalmış yankılarının ya da eski saraylarda yaşayan yorgun insanların sessiz düşlerinin şarkılarını söylüyorlardı. Bu kentin adı ve ünü, böylece bir kez daha bütün dünyada yankılanıyordu.
Başka halklar savaşların sarsıntısını yaşar ve büyük işlerin peşinden koşarlarken, buradakiler kendilerini dünyaya sessiz bir kapayış içerisinde barışın egemenliğini sürdürüyorlar ve geçmiş zamanların görkeminin şafaklarını bir kez daha yaşıyorlardı. Üstüne tomurcuklanmış dalların sarktığı sessiz caddeler, artık hiçbir gürültünün duyulmadığı alanlarda görkemli binaların uçuk mavi renkli, kendilerini düşlere kaptırmış cepheleri, hafiften akan suyun ezgilerini dinleyen, yosunlanmış havuzlar …
Kimi yüzyıllarda eski ve kendini artık düşlere vermiş olan kent, genç dünya için saygın ve sevilen bir yer oluyor, şairlerin dizelerine geçiyor ve aşıklar tarafından ziyaret ediliyordu. Ama insanlığın yaşamı, gittikçe artan bir güçle, insanları dünyanın başka bölgelerine itmekteydi Kentte ise eski ailelerden gelenler tükenmeye ya da yoksullaşmaya başlamışlardı.
Son tinsel çabalar da ereğine çoktan varmış, geriye yalnızca artık çürümekte olan bir doku kalmıştı. Daha küçük olan komşu kentler uzun zamandır silinip gitmiş, birer yıkıntıya dönüşmüştü, buralarda kimi zaman çingeneler ve kanun kaçakları barınmaktaydılar.
Kentin kendisini esirgeyen bir yer sarsıntısından sonra nehrin yatağı yer değiştirmiş ve terk edilen toprağın bir bölümü bataklığa dönüşmüş, bir bölümü de kupkuru kalmıştı. Yüzyıllar öncesine ait maden ocaklarının ve eski sayfiye evlerinin kalıntılarının bulunduğu dağlardan orman, eski orman yavaş yavaş aşağı indi. Geniş bölgenin bomboş olduğunu görünce yemyeşil çemberini ağırdan genişletmeye başladı, bir bataklığı aralarında fısıldaşıp duran yeşillikler, bir başka yerde taşlık araziyi genç ve dayanıklı çam ağaçlarıyla kapladı.
Sonunda kentte kentlilerden hiç kimse kalmadı; şimdi yalnızca çarpılmış, çökmek üzere olan eski saraylarda barınan ve bir zamanların bahçe ve caddelerinde bir deri bir kemik kalmış keçilerini otlatan ayaktakımı kalmıştı. Kentin bu son sakinleri de zamanla hastalıkların ve bunamanın etkisiyle ölüp gittiler, bataklıklar oluştuğundan beri bölgenin tamamı hastalığın egemenliğine girmiş ve terk edilmişti.
Bir zamanların övünç kaynağı olan eski belediye saraylarının kalıntıları hala ayakta ve hala görkemliydi, öyküsü tüm dillerdeki şarkılarda, kendi kentleri de çoktan yıkılıp gitmiş, kültürleri yozlaşmış komşu halkların efsanelerinde anlatılmaktaydı.
Kentin adı ve bir zamanlarki görkem, masallarda ve melankolik çoban şarkılarında, çarpıtılmış olarak ve bir hayalet gibi, hala anılıyordu. Şimdi kendi altın çağlarını yaşamakta olan uzak halkların bilginleri, kimi zaman tehlikeli araştırma yolculuklarını göze alarak kentin kalıntılarını bulunduğu yere geliyorlardı; uzak ülkelerin okul çocukları bu kalıntıların. Gizemi üzerine hararetli hararetli fikir yürütüyorlardı. Söylentiye göre orada saf altından dev kapılar ve değerli taşlarla dolu gömütler vardı ve bölgedeki vahşi göçerler, efsanevi zamanlardan bu yana bin yıllık bir büyü sanatının artık yitip gitmiş kalıntılarını korumaktaydılar.
Orman ise dağlardan düzlüğe doğru inişini sürdürmekteydi; göller ve nehirler gelip geçti, orman ilerleyişini sürdürdü, yavaş yavaş bütün bölgeyi, eski yol kenarlarında.ki sarayların, tapınakların müzelerinin duvarlarının kalıntılarını kapladı; bu terk edilmiş yöre tilkilerin, kurtların ve ayıların sığınağı oldu
Artık görünürde tek taşı bile kalmamış, çökmüş bir sarayın bulunduğu yerde, bir yıl önce ilerlemekte olan ormanın en önde giden habercisi ve öncüsü olmuş olan genç bir çam ağacı yükseldi. Şimdi o da boy atmış, kendisinden genç olanlara tepeden bakmaya başlamıştı.
“İlerliyoruz!” diye bağırdı bir ağacın gövdesini didiklemekte olan bir ağaçkakan ve büyümekte olan ormana., yeryüzündeki bu görkemli, yemyeşil ilerleyişe büyük bir memnuniyetle baktı.
Masal: Hermann Hesse
Resimleyen: Walter Schmogner
Çeviren: Ahmet Cemal