“Kitaplar, tekil yazarlar olarak bizim kendi işlerimiz”
Harry Mathews ile bir röportaj
Alexander Laurence: Yaşamınızın çoğunu, ekseriyetle Paris ve Fransa’da ve birkaç yıl İspanya ve İtalya’da da olmak üzere, Avrupa’da geçirdiniz. Paris ise 1952’den beri adeta merkez üssünüz oldu. ABD düşüncelerinizde çokça yer eder mi? Ve yurtdışında yaşayan bir Amerikalı olduğunuz gerçeği… “Amerikalılığınızı” aklınızdan geçiriyor musunuz?
Harry Mathews: Amerikalı olmak dışında bir şey olmayı düşündüğümü sanmıyorum. Galiba yaşadığım Avrupa topluluklarına uyum sağlamak ve yerimi, izlerimi değiştirmek üzerine birtakım yersiz beklentilere sahiptim. Düşe kalka denedikten sonra nihayetinde vazgeçtim ve nerede yaşarsam yaşayayım ve dili ne kadar iyi bilirsem bileyim daima bir Amerikalı olacağım gerçeğini kabullendim. Avrupa’da yaşadığım hayattan çok keyif alıyorum. Aynı şekilde Amerikalı olmaktan da giderek daha fazla keyif alıyorum. Amerika ile ilgili başlarda hakkında pek de bir şey bilmediğim ilk zamanlar hariç gerçekten hiçbir sorunum yoktu. Büyüdüğüm muhiti Amerika sanırdım halbuki çok çok küçük bir parçasıydı. 50’li yılların sonlarında Amerika’ya gelmeye başladım. Birkaç kez Batı Yakası’nı, biraz Güney’i ve özellikle sevdiğim Teksas’ı ziyaret ettim. Yaşayacak iki yerim olmasından, Avrupa’da ya da Amerika’da mutlu bir şekilde yaşayabileceğimi hissetmekten, iki yerde de yuvamda olmaktan çok hoşlanıyorum. Fakat hiçbir yanılsamam yok, bir Amerikalıdan başka bir şey olma arzum da… Bu, lisan dışında düşündüğüm bir şey değil. Bu açıdan, yurtdışında yaşamak faydalı. Bir ülkede yaşıyorsanız ve etrafınız dilinizi konuşmayan insanlarla çevriliyse –özellikle de benim durumumda– eşiniz ve üvey çocuklarınızın hepsi yabancı bir dilde konuşurken dilinizin ne olduğunun her geçen gün farkına varmak zorundasınız.
A. L.: Doğrudan Fransızca bir roman yazmayı hiç düşünmediniz yani?
H. M.: Hayır. Daha kısa şeyler yazdım, en fazla üç dört sayfa… En fazla bu kadar olur çünkü sınırlı Fransızcam nadiren yazarken yapmak istediklerimi karşılayabilir. Bir yetişkin olarak Fransızca yazmayı yetkinlikle öğrenebilmek çok fazla çaba gerektiriyor ve buna rağmen çok az kişi bunu yapabiliyor, hâlâ o dille, dili konuşarak büyüyen birinden daha farklı bir ilişkiye sahip oluyorlar. Bu insanlar asla Fransa’da okuyan, liseye giden biri kadar iyi Fransızca yazamayacaklar.
A. L.: Neden böyle düşünüyorsunuz?
H. M.: Bu iyi bir soru. Cevabın şu olduğunu düşünüyorum: Birinin dil ile ilişkisi dramatik ve muhtemelen travmatiktir. Önce sadece harfler ve kelimeler, sonra da sözdizimi açısından okuma ve yazma öğrenme deneyimi dramatik ve muhtemelen travmatik bir deneyimdir. Belki de sadece beş-on beş yaş arasındaki insanların yaşayabildiği bu tür bir dramı yaşamamış bir yazar, yaşamış biri kadar iyi yazamayacaktır. Bana en çok anne memesi yoksunluğunun yarattığı travmanın yerini kelimelerin aldığını öne süren dil teorisi hitap ediyor. Yani şöyle ki ağız, memenin yerine geçen, ağlamayla başlayan ve sonra o ağlamanın ifadeleriyle oluşan kelimelerle dolar. Bence annenin veya merkezinde annenin yer aldığı bir ailenin çocuğa dil öğretmesi post-travmatiktir. Travmanın buna öncelik ettiğini düşünüyorum ve hatta dil, yabancılaştıran değil aksine teselli eden bir ikame olabilir. Benim için drama, dilin sadece bedenim ve ebeveynlerimin bedenleri arasındaki bir bağ olmadığını, aslında benimle ailemin çevresi arasındaki bağın yazılı dil tarafından yabancılaştırılabileceğini keşfetmemle başladı. Bu sadece bir konsept. O zamanlar ne hissettiğimi kayda geçmek için söylemiyorum. Ama o zamanlar bir şeyler de oldu ki muhtemelen diğer insanların da başına geliyor… Ayrıca öğrenmenin acı verici olduğu gerçeği de var.
A. L.: Oulipo’nun bir parçasısınız. New York’ta kalmış olsaydınız böylesi bir topluluğun üyesi olabilir miydiniz? Paris’in gruplar, edebi akımlar ve topluluklar açısından köklü bir geçmişi var.
H. M.: Oulipo’dan çok önce New York’ta bir grubum vardı. The Locus Solus grubu benim dahil olduğum ilk ve en önemli edebiyat çevresiydi.
A. L.: Ki o grup 1971’de çıkan An Anthology of New York Poets kitabıyla ilişkiliydi değil mi?
H. M.: Evet. Bilmediğim, John Ashbery üzerinden tanıdığım tüm New York’tu… Kitabı Locus Solus’ta bulunan veya Locus Solus’un içinde yer alan insanlarla sınırlamak istemem, zira onlar aracılığıyla ne zaman istesem parçası olabileceğim bir topluluk keşfettim. New York’ta çok fazla bulunmuyordum, bu yüzden sözde “New York Okulu”nun aktif bir üyesi değildim. Ama fahri üyeydim. Bunun destek ve kabul görme için güvenebileceğim bir şey olduğunu biliyordum. Oulipo ise çok farklı bir rol oynuyor. Her şeyden önce, Oulipo bir yazım grubu değil.
A. L.: Ayda bir buluşuyorsunuz?
H. M.: Elbette. Harika oluyor. Muhteşem. Bir aile gibi, bundan hiç şüphe yok. Paris’te yaşamayı epey kolaylaştırıyor.
A. L.: Oulipo gibi bir grubun New York ya da San Francisco’da da olabileceğini düşünüyor musunuz?
H. M.: Yani San Francisco’da Language Poets var ama yinelemek gerekirse bu bir yazım akımı. Oulipo bir yazım akımı değil.
A. L.: Bilinçli olarak fikirler birliği yaratan bir grup veya topluluk düşünüyordum. Öyle görünüyor ki geçmişte Amerikalı yazarlar bağımsız olarak çalışıyordu ancak geriye dönüp bakılırken eleştirmenler tarafından gruplar veya hareketler halinde bir araya getiriliyorlar.
H. M.: Bu aynı zamanda Fransa’da da geçerli ve hatta Oulipo’daki yazarlar için kesinlikle geçerli. Yazarlar olarak birlikte hiç çalışmıyoruz. Bunun bir grup olduğu konusunda haklısın, ait olunabilecek hoş bir ikinci aile olduğu konusunda da… Ancak bir yazar grubu değil. Aslında, birçok üye yazar değil. Ve yazar olanlar da birçok farklı şekilde yazıyor. Birbirimizin yazıları konusunda mutlaka aynı fikirde olacağız diye bir şey de yok. Ortak noktamız, kısıtlayıcı biçimlerin olasılıklarını keşfetmeye olan ilgimiz. San Francisco, Language Poets’teki insanlar, mesela Carla Harryman ve Richard Silliman, birbirlerinin çalışmalarını ele alıyorlar ki bunda bir sorun yok. Onlarınki gerçek bir edebiyat akımı. Braque ve Picasso’nun beraber bir şeyler denemesi ve fikirlerini test etmesi gibi. Öte yandan, tüm şöhretine rağmen Yeni-Roman gerçek bir edebi grup veya akım değildi. Bir yayıncılık hilesiydi, işe yarayan bir hile.
A. L.: Raymond Queneau ile ilk ne zaman tanıştınız ve çalışmalarından ilk kez ne zaman haberdar oldunuz?
H. M.: Çalışmalarından ilk olarak 1956’da haberdar oldum. Oulipo var olmazdan önceydi. Ona hayrandım ve hatta aslında onunla tanışmıştım ve benim hatta onun Oulipo günlerinden önce birçok kitabını okumuştum. Oulipo’yu 1968’de duydum. Hiç ilgimi çekmedi. Neler olup bittiğini bilmiyordum çünkü bana bundan bahseden insanlar, çoğu insanın yaptığı gibi, meseleyi yanlış anlamış ve yanlış bir şekilde sunmuşlardı. Sonra Georges Perec bana daha fazlasını anlattı ve beni öğle yemeklerinden birine davet etti. Bu davet gruba seçilmeme yol açtı.
A. L.: Yani Perec’le kısa bir süre sonra mı tanıştınız?
H. M.: Perec’le 1970’te tanıştım.
A. L.: Nasıl tanıştınız? Hatırlıyor musunuz?
H. M.: Evet, çok iyi hatırlıyorum. İlk romanım The Conversions, Fransızcada çıkmak üzereydi, kitabın birkaç prova baskısını bir arkadaşıma teslim etmiştim; o da onları Georges Perec’in yayıncılarıyla çalışan bir editöre verdi, o editör de Perec’e iletti. Bana coşkulu bir mektup yazdı, ben de cevap yazdım. Sonra birbirimizi aradık ve bir öğleden sonra bir şeyler içmek için buluştuk.
A. L.: Perec’in yazdıkları hakkında ne düşünüyordunuz?
H. M.: Perec’le tanıştığımda kaleminden hiçbir şeyi okumamıştım. Arkadaş olduktan sonra kitaplarını çıktığında okuyordum. Onu öncelikle bir arkadaş olarak görüyorum: Kitapları ilgimi çekiyordu çünkü onun kitaplarıydı. Yaşam Kullanma Kılavuzu’nu yazdığında ne şaşırdım ne şaşırmadım.


A. L.: Oulipo’ya 1973’te seçildiniz, yani Italo Calvino’yla aynı yıl. Bu nasıl oldu?
H. M.: Şöyle ki Oulipo’ya üye olup olmayacağı belli olmayan onur konukları var. Oraya gittiğimde gayet iyi anlaştık. (Öğle yemekleri yerlerdi, şimdileri de akşam yemekleri tertip ediyoruz.) Çalışmalarım hakkında biraz konuştuk.
A. L.: O zamanlar sizi tanıyorlar mıydı?
H. M.: Bazıları tanıyordu. Queneau tanıyordu. Fakat çoğunluğu tanımıyordu. Oraya gittiğimde iyi vakit geçirdiğimi hatırlıyorum, onlar da benimle birlikte olmaktan keyif alıyor gibi görünüyordu. Daha sonra Oulipo’ya üye olarak seçildiğimi söyleyen bir mektup aldım. Herhangi bir tören yoktu. Tamamen gayriresmîydi.
A. L.: Seçilmek sizde bir dönüşüm hissi uyandırdı mı; sizde ve yazınınızda bir şekilde bir değişiklik yarattığını hissettiniz mi, yoksa bu değişim hiç önemli değil miydi?
H. M.: Çok memnun olmuştum. Bu gruba seçilmek ve onlar tarafından kabul edilmek harikaydı. Yavaş yavaş dahil oldum ve fikirleri hakkında daha fazla şey öğrendim. Onlar hakkında, grubun teorik yönü hakkında fazla bir şey bilmiyordum. Kendi başıma Oulipocu şeyler yapmıştım, ancak kısıtlayıcı form hakkında genel terimlerle düşünmemiştim. Aslında bu soruyu sormakta haklısınız sanırım çünkü bende yarattığı büyük farklardan biri, bu şekilde yazmayı neredeyse bir aykırılık olarak görmem noktasında içimi rahatlatmasıydı. Oulipocu prosedürler hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Bu yüzden daha önce rahatsız hissettiğim şey şimdi bende bir rıza buluyordu. Bu çok rahatlatıcıydı.
A. L.: Yakın zamandaki Oulipocu aktivitelerden bahsedebilir miydiniz? Bireysel olarak değil de bir grup olarak neler yaptınız?
H. M.: Grup içindeki çalışmalar spesifik olarak Oulipo araştırmalarının yayımlanmasına yol açtı. Gallimard tarafından iki cilt ve nihayetinde toplatılan bir kitapçık serisi yayımlandı. Üçüncü cilt kısa bir süre sonra yayımlanacak. Bu, faaliyetimizin süregelen bir bölümü. Sonra Perec, Calvino, ben, Jacques Roubaud ve Queneau gibi yazarların bireysel olarak Oulipo fikrini uygulamaya koymaları var. Oulipo’da olan şey şu; kısıtlayıcı biçimleri icat ediyor, yeniden keşfediyor ya da analiz ediyoruz. Kitaplar bunun dışında, bağımsız olarak gerçekleşiyor. Kitaplar, tekil yazarlar olarak bizim kendi işlerimiz.
A. L.: Peki yeni bir roman yazdığınızda mesela Jacques Roubaud gibi biri size gelip çalışmalarınıza hayranlık duyduğunu söylüyor mu?
H. M.: Asla. Asla. Bir Oulipo toplantısında, birbirimize tırnak içinde “Bir şaheser yazdın” diyebiliriz. Ancak birbirimizin çalışmalarını, açıkça görünen Oulipocu yönleri dışında asla tartışmayız. Mesele bu değil. Oulipo, yazılı çalışmalarla ilgili değil. Prosedürlerle ilgilidir.
A. L.: Yani üretimle mi ilgili?
H. M.: Yapı ve prosedürle ilgili. Potansiyel üretim anlamında üretimle de, ama ürünle değil… Meselenin nasıl yürüdüğüne dair bir örnek verebilirim hepimiz için çok daha ilginç olacaktır. Geçen ay bir romana başladım ve son toplantıda romana girecek yapılardan birini sundum ve söz konusu yapının nasıl işleyeceğini açıkladım. Fakat bu yaptığımın kitabın bir bütün olarak nasıl olacağıyla ya da iyi mi yoksa kötü mü olacağıyla hiçbir ilgisi yok. Bunu sormanıza çok sevindim çünkü bu konuyu netleştirmek önemli.
A. L.: Oulipo’nun ilerleme kaydettiği yollardan biri de bazı yapısal fikirler ortaya atması ve daha sonra bu fikirler hakkında yazılan makalelerin bir ciltte toplanması oldu.
H. M.: Daima fikirlerimiz var! Hem pratik hem de teorik fikirlerimiz var. Ben pratik alanda güçlüyüm. Yani yapılacak şeyleri tasarlamakta iyiyim. Jacques Roubaud sadece yapılacak şeyleri tasarlamakta iyi değil, aynı zamanda titiz de bir teorisyen. Süregelen genel düşüncenin teorik sonuçlarını tanımlama ve çözme konusunda çok iyi.
A. L.: Hayata geçirilemeyen yapısal fikirler mevcut mu?
H. M.: Mesele bu değil. Mesele hayata geçirmek değil, yapıyı geliştirmek. Önemli olan tek icraat, adına “kayda geçirme” dediğimiz şey. Georges Perec’in palindrom ve lipogramla yaptığı şey tam da bu. Çok uzun, güzel bir palindrom yazılabileceğini gösterdi. Bu daha önce hiç yapılmamıştı. Ayrıca “e” harfini kullanmadan olağanüstü ilginç, eğlenceli ve büyüleyici bir roman yazılabileceğini de gösterdi. Bu da daha önce hiç yapılmamıştı. Bu anlamda, bunlar gerçek Oulipocu eylemlerdir çünkü bunlar palindrom gibi bir formun açığa çıkarılmamış bir potansiyelini gösteriyor. Birçok doğal palindrom mevcut. Örneğin, palindromik bir kelime hakkında büyük bir tartışma döndüğü yok. Ancak yaptığı şeyi yapmak gerçek bir Oulipocu etkinlik. Perec, palindromun kapsamlı bir form olarak var olduğunu gösterdi.
A. L.: Bugünlerde Oulipo toplantıları nasıl oluyor? Bana bir tanesini tarif edebilir misiniz?
H. M.: Elbette. Hepsi fazlasıyla birbirine benziyor. 16 Kasım 1989’da bir tane var. Akşam yemeği. Paris’te bir yayınevi işleten, çok iyi bir yazar Paul Fournel’e gideceğiz. O ve eşi bizi saat yedide karşılayacak, bir saat kadar bir şeyler içeceğiz, sonra da birlikte akşam yemeği yiyeceğiz. Akşam boyunca çalışacağız. Üzerinde çalıştığımız değişmez bir kategori dizimiz var: önce “yaratım” gelir; sonra “allamelik”, “eylem” ve bir tür ıvır zıvır olan “daha az önemli öneriler” geliyor. Yemeğin başında, toplantıya başkanlık etmek üzere birimiz seçiliyor ve sekreter olarak seçilen bir başkası da not alıyor. Başlangıçta bize katkıda bulunup bulunmayacağımız soruluyor. “Yaratım” kategorisinde söyleyecek bir şeyim varsa “Evet, var” diyorum. Birkaç dakika sonra akşamın programı ortaya çıkmış oluyor. Toplantılar yaklaşık on buçuk veya on birde bitiyor. Saatler geçtikçe hafif bir gürültü eğilimi görülüyor.
A. L.: Peki her buluşma güzel bir hisle mi bitiyor?
H. M.: Evet, genellikle…
A. L.: Yoksa çok fazla tartışma da oluyor mu?
H. M.: Off, bazen şiddetli tartışmalar oluyor ancak tartışma çoğunlukla tanımların doğru yapılması üzerine. Bazen Oulipocu olabilecek veya olamayacak bir prosedür sunuluyor ve tartışma ya da argüman “Bu Oulipocu mu?” etrafında ilerliyor. Oulipocu ilkelere uyuyor mu? Uymuyorsa, neden uymuyor? Uyuyorsa da neden? Yani hararetli bir tartışma olabiliyor. Ancak nadiren birileri üzgün ayrılıyor.
A. L.: Dördüncü ve son romanınız Cigarettes popüler miydi? Yoksa değil miydi?
H. M.: Diğerlerinden daha popülerdi. Çok fazla okuyucuya ulaşmadığı kesin.
A. L.: Burada, Amerika’da 1987’nin sonlarında yayımlanmasının hemen ardından Fransızcaya çevrildi. Bu romana ne zaman başladınız ve ne zaman bitirdiniz?
H. M.: Ah, yazmam sonsuza kadar sürdü. Sanırım 1978’de başladım ve hepsini yazmam sekiz veya dokuz yılımı aldı. O zamanlar bir sürü şey oluyordu. İyi kötü sürekli olarak üzerinde çalıştım. Biçimsel olarak idare etmesi çok zordu ve kendime çok fazla katı kural koymuştum. Daha önce hiç yapmadığım şeyleri yapıyordum. Kurallardan biri de buydu: Daha önce yaptığım hiçbir şeyi yapmamak.
A. L.: En azından benim için, Cigarettes hakkında fark ettiğim şeylerden biri, kapağa bakmazsanız, sanki bir kadın yazar tarafından yazılmış gibi görünmesiydi. Kesinlikle dilin dokusu daha kadınsıydı.
H. M.: Ah, bunu duymak güzel. Katılıyorum. Umarım doğrudur.
A. L.: Kadın yazarlar –özellikle popüler ya da romantik romanlar yazan kadın yazarlar– genellikle herkesin aşina olduğu biçimlerde yazıyor gerçi.
H. M.: Cigarettes’in biçimi kimse için tanıdık değil ama dili tanıdık. Buna rağmen birçok kişi bunu zor buldu. Bu insanların sayısı beni epey şaşırttı. Bana göre, tamamen şeffaftı. Birçok kişi zor buldu, özellikle de başlangıç kısmını ve bu beni tamamen şaşkına çevirdi.
A. L.: Evet, kanımca kitabın ilk bölümünde başlangıçta biraz zorluk çektim. Ancak kitaba alışır alışmaz, ilerledikçe daha da büyüleyici hale geldi. İşe yaradı. Bence okuyucu bu kitapta diğerlerine göre hafızasına daha fazla güvenmeli.
H. M.: Ama bu her dedektif romanı için geçerli, hatta bazen çok daha fazla.
A. L.: En son kitaplarınız 20 Lines A Day ve The Orchard çok farklı. Biri günlük, diğeri anı. Bu çalışmaların nasıl ortaya çıktığından bahsedebilir misiniz?
H. M.: Benim için çok önemliydiler, tıpkı The Armenian Papers gibi, üçü de… 20 Lines A Day ve The Armenian Papers ne olacağına dair hiçbir fikir olmadan yazılmıştı. Aklıma geldiği gibi yazılmışlardı. Nasıl ortaya çıktıkları benim için bir sürpriz oldu. Jacques Roubaud, yirmi yıl boyunca Oulipocu olarak çalıştıktan sonra içgüdülerimin sezgisel biçimlere yöneldiğini söylemişti. Ya da en azından yapısal bir prosedür aklımda olmadan doğaçlama yapabilecek kadar sezgisel biçimsel bir anlayışım oluşmuştu. Kitapta ifade edilen süreçlerden ötürü 20 Lines A Day ile özellikle ilgilenmiştim. Biçimsel süreçlerden veya yazma süreçlerinden bahsetmiyorum, her gün yazmanın psikolojik sürecinden bahsediyorum. Bu bilmediğim bir şeydi. Kitabın konusu da bu gibi görünüyor. Her gün boş bir sayfayla karşılaştığımda kendimle yüzleşmek.
A. L.: Bu süreç dışında, yazma konusunda aynı yaklaşımı izleyerek kendinizi tekrar etmekten hoşlanmıyor olmalısınız? Eğer öyleyse, yazarlık alışkanlıklarından kaçınmanızın sebebi can sıkıntısı mı?
H. M.: Her kitap yazılma biçimi bakımından farklı. Sıkılma meselesi olduğunu düşünmüyorum. Sanırım farklı şeyler denemeye kapılıyorum.
A. L.: The Conversions’ın ilk kelimeleri olan “Zengin amatör” ifadesi hakkında yorum yapmanızı istiyordum.
H. M.: Grent Wayl.
A. L.: Bu ifade Perec’in kitabında da yer alıyor.
H. M.: Bartlebooth hakkında mı?
A. L.: Evet. Ve bir karakter daha hakkında. O da bu şekilde tanımlanıyor. Bu ifadeyi anladığımdan emin değilim. Jules Verne’in bir romanından fırlamış gibi duruyor. Bunun arkasında özel bir anlam var mı?
H. M.: Hayır. Grent Wayl, Impressions of Africa’da başkahraman gibi bir şey. Genel olarak Raymond Roussel’in romanlarındaki insanlar gibi. Roussel’in kendisi gibi. Bir yazar olarak Roussel gerçekten bir amatördü. Diğer alanlarda da amatördü. Soruyu anlamadım. The Conversions’ın açılışı epey yüklü bir cümle. Bir açıklaması yok. Gizli bir anlam taşımıyor.
A. L.: Burada bir sorun olduğunu, bu tabirin geçmişe ait bilinen bir tabir olduğunu düşünüyordum.
H. M.: Bu bir nevi 19. yüzyıl figürü gibi. The Conversions’da gerçekçi hiçbir şey yok.
A. L.: The Way Home, The Grenfell Press (Leslie Miller) tarafından yayımlanan bir kitap. Bu kitapta ressam Trevor Winkfield ile işbirliği yaptınız. Kısa öykünüz, Winkfield’ın fotogravürlerinin yanında yer alıyor. Son zamanlarda bu tarz edisyonların sanatçı ve yazarların işbirliğiyle ortaya çıktığını görüyorum.
H. M.: Bunu uzun zamandır yapıyorlar. Şimdilerde kârlı bir hale geldi. Artık spekülatörler piyasaya girdi, bu yüzden bunun bir pazarı var. Otuz yıl önce olduğundan daha fazla mesela. O zamanlar, John Ashbery, Kenneth Koch ve Frank O’Hara gibi şairler bile ressamlarla kitap yapıyordu.
A. L.: Sizin için ortalama bir gün şu anda nasıl geçiyor?
H. M.: Sabah sekiz civarı kalkıp kahvaltı ediyorum. Genellikle The Economist’in bir kısmını okuyorum veya onu bitirdiysem, genellikle bir çağdaş tarih bir kitabından bir kısım okuyorum. Sabah dokuzdan öğlen bire, öğle yemeğine kadar çalışıyorum. Hedefim bu oluyor. Öğle yemeğinden sonra belki tekrar çalışıyorum. Genellikle postayla gelen ve ilgilenilmesi gereken çok şey oluyor. Bu hafta öğleden sonra yarım saatimi düzeltmesi yapılmış bir sürü eleştiri makalesinin son okumasını yaparak geçirdim. Bunun gibi şeyler oluyor. Kendimi programlıyorum ama her zaman programa uymuyorum. Bir şeyleri halletmemin tek yolu bu. İşler bittiğinde genellikle bir saat piyano çalıyorum. Sonrası gırgır şamata. Paris’te genellikle eşimle birlikteyim. Konuşuyoruz, okuyoruz veya dışarı çıkıyoruz. Duruma bağlı. Günün sosyal kısmı böyle. Günlerim Marie ile öğle yemeği dışında neredeyse yalnız geçiyor.
A. L.: Sözü gelmişken kendisi de bir yazar olan Marie Chaix ile uzunca bir süredir evlisiniz.
H. M.: On üç yıldır.
A. L.: Ve siz New York’a geldiğinizde o Paris’te mi kalıyor?
H. M.: O da benimle gelebildiği zaman geliyor fakat hâlâ lisede okuyan bir kızı var.
A. L.: Yolda yeni bir romanınız var mı?
H. M.: Adı The Journalist. Immeasurable Distances adlı eleştirel denemelerden oluşan bir kitap da Aralık 1991’de The Lapis Press tarafından yayımlanacak.
Alexander Laurence,
Kasım 1989
Çev: Metin Aktaşoğlu