Bu Kim, Bu Sergi Niye?

Seçkin bir müze tek bir adamı özetleyen bir sergiyi durduk yerde neden açar?

Tek bir adamın yaptığı, zaten bazılarının görebileceği yerlerde duran işlerin değil, o adamın yaşamını oluşturan, insanların pek bilmediği “şeyler”in sergisi. Hayatı sanki panolara serpiştirilmiş.

“Meşhur” olmayan bir adam aslında. Yalnızca 62 yıl yaşamış. Bu dünyayı bırakıp gideli 18 yıl olmuş. Tanıdığı, onu tanıyan birçok kişi zamanı gelince, gelmese bile, dünya değiştirmiş zaten. Bir avuç insan kalmış onu bilen, seven, anımsayan.

Peki, kim bu adam, neden bu sergi?

Hikâyeyi anlatmak için 47 yıl öncesine gitmem gerek.

Bir yangının ardından toparlanmaya çalışan Atatürk Kültür Merkezi “yeniden halka açılacak” diye bir araya gelmiştik. Yıl 1978. Herkesi tek tek saymayacağım. Hikâyenin baş kahramanları üç kişiydi.

Ben, Şahin Kaygun ve Samih Rifat.

Sanki bir kültür merkezinin açılış hazırlığında değil, ortaokul bahçesinde, teneffüsteydik. Ciddi işler peşinde görünmüyorduk, sürekli yaramazlık ediyorduk. Göbeğim büyüyordu, hamileydim. Beslenmem gerektiğini iddia ederek beni Cafe Bulvar’a götürürler, ben peche melba ısmarlar, sonra onların yarısını nasıl yediğini seyrederdim. Başından eksik olmayan kasketiyle oturmuş, çevresindeki hanımlarla sohbet ederek herkesi kıskandıran Attilâ İlhan hakkında yeterince dedikodu ettikten sonra görev başına dönerdik. Onlar boyunlarında fotoğraf makineleriyle binanın içinde bir aşağı bir yukarı koştururken yanıma gelsinler de kurum içi dedikoduları yetiştirsinler diye merakla beklerdim.

Samih Erenköy’de oturuyordu, “minik kızı” ve “güzel karısı” ile. Ben de Çatalçeşme’deydim. Ekonomik olsun diye tek arabayla gidip gelirken, seyrek de olsa, gitarını yanına alırsa, kaplumbağa VW’in içinde yeni tanıştığım tınılarla bir kıtadan ötekine nasıl geçtiğimizi fark etmiyordum.

O kısa AKM macerasından sonra çok şey oldu hayatlarımızda. Kendimizi fazla değiştirmemiş olmalıyız ama ev değiştirdik, iş değiştirdik, daha birçok şey isteyerek ya da zorunlu olarak değişti; asıl önemlisi her türlü itirazımıza karşın üçlü beraberliğimiz bitti: kırk yaşını yeni geçmişken kanser Şahin Kaygun’u aramızdan aldı.

Memleketin çalkantıları, hayatın hay-huyu içinde ikimizin arkadaşlığı da biraz değişti. Olgunlaştık galiba. Ortaokul çocukları olmaktan ne zaman vazgeçtik, anımsamıyorum. Yaramazlık edecek halimiz kalmamış olabilir mi? Belki. Ciddi konulara dalıyor, kavga bile ediyorduk. Hem de ne lezzetli kavgalar. Bereket, ustaca bir sahtekârlık manevrasıyla kavgayı o bitirir, “Bizim eşek kancık, reis” diyerek lafı ağzıma tıkardı. Yaz aylarında deniz kıyılarında buluştuğumuzda, Yunan radyolarından Haris Aleksiu dinlerken, sohbetler uzar da uzardı.

Bir süre vapurla Asya’dan Avrupa’ya geçip Babıâli yokuşunu tırmandık; o sola, Ayasofya’ya yönelirken ben sağa saptım, değişik binalarda değişik işler yapmak için. İş çıkışı sabah ayrıldığımız köşede buluşur, günün ve dünyanın dedikodularını yapa yapa, yokuştan inen başka çilekeşleri selamlayarak vapur iskelesine ulaşırdık.

Ben sadece yazı yazmayı bilirim. O ise o kadar çok şey biliyordu, o kadar farklı işlerin altından öyle kolay kalkıyordu ki, insanı serseme çeviriyordu. Gitar çalmak, fotoğraf çekmek, çeviri yapmak, belgesel hazırlamak ve daha nelere girişmek için nasıl titizlikle çalıştığını, nasıl birikim yaptığını, boş kalmaktan nasıl nefret ettiğini, hayatı doldurmak için nasıl bir uğraş içinde olduğunu, tükenmek bilmeyen merakını yıllarca, hayretle izledim. Bütün bunlardaki hafifliği şaşırtıcıydı. Hani, iğne yapanlar için söylerler ya, “eli hafiftir” diye, Samih’in de eli aynen öyle hafifti. Düzenlediği sergileri, yazdığı yazıları, şiirleri, yaptığı çevirileri, hazırlığına katkıda bulunduğu dergileri, bir çırpıda bitirip bir kenara koyduğu belgeselleri, yanından ayırmadığı kamerayla çektiği fotoğrafları kuş tüyü hafifliğinde hissettirirdi. Ağırlığını hatırlatmaya kalkışırsak da tevazu diz boyuydu: “Boş ver, reis!” Yaptığı hiçbir şeyi abartmaya gelmez, konuyu kapatmak için bin bir takla atardı. Ama ne yapsa iyi yapıyordu, bin bir türlü marifeti vardı, hepsi de birbirinden başarılıydı, başarısız göründüğü tek şey başarıyı kabullenmekti sanki.

Yüreğinde sadece birkaç kuşak öncesinden değil, yüzyıllar öncesinden gelen kadim kültürlerin izlerini taşıdı. Kadim olan her şeye muhabbeti, tutkusu hem çarpıcı hem bulaşıcıydı. Ören yerlerinde dolaşırken antik taşlara sevgiliye bakar gibi bakar, onları aşkla fotoğraflar, hatta okşardı.

Pera Müzesi’nde açılan sergi nasıl izleniyorsa öyle izledim Samih’i 1978 sonlarından 2007 ortalarına, kanser kapıyı tekrar çalıp onu Şahin’in yanına götürene kadar. O menhus şey, o habaset gelip yüreğine yerleşmişti üstelik.

Kalp nakli önerilerini kabul etmedi. “Elin kalbiyle yaşayacağıma, kendi kalbimle ölürüm” diyerek. Öyle oldu zaten.

O gittikten sonra onca zaman tanığı olduğum zenginliğin yoksunluğu gülle gibi indi üstüme. Elim-ayağı kesildi. Bir süre yoksunluk sersemliğiyle dolaştım. Yılbaşlarında, doğum günlerinde armağan ettiği minicik, rengârenk, sulu boya ya da pastel desenlerine, bir kısmı telefonumda, bazıları albümlerde duran fotoğraflarına bakarak, çevirilerini okuyarak burnumu çekmekten başka yapacak şey bulamıyordum.

Sonra ufukta bir sergi fikri belirdi. Ne zaman? Anımsamıyorum.

Yalnızca fotoğraf sergisi yapmayı düşündüğünü biliyordum. Başka türlü insan önüne çıkmaya niyeti yoktu. Gitar çaldığını birçok kişi bilmez, çeviri titizliği yüzünden deli gibi eski Yunanca çalıştığından, tatile giderken eski Yunanca fiil çekimleriyle başımızı ağrıttığından kimsenin haberi olmazdı.

Evet, neden bir sergi olmasındı?

Minik yavrusu Elif ile güzel karısı Nesrin “tamam” dediğinde müze gibi korunan çalışma odasına dalmak bana düştü. Abidin Dino kitabı hazırlarken de öyle olmuştu; gözyaşım aktı-akacak, burnumu çeke çeke çekmeceleri, rafları alt-üst ettim, zarflar, kutular boşalttım, basılı fotoğrafları, diaları, negatifleri karıştırdım durdum. Pera Müzesi’ne topladıklarımı teslim edene kadar Nesrin benden bezmiş olmalı.

“Bunu bana neden yaptın?”

Bu soru ikide bir kafama kakılarak sergi malzemesi derlerken fark ettim ki, o yaşarken tanıklık ettiğim zenginlik –kaba deyişle– aysbergin görünür yanıymış. Önümde o koca dünya bir kez daha açıldı; Samih’i bir kez daha, bu kez hiçbir itirazını duymadan, sesi çok uzaklardan gelse de kulak asmadan, çok yakından tanıdım.

Sonra Pera Müzesi, ne var ne yok, her şeyi Bülent Erkmen’in önüne yığdı.

Ve Bülent Erkmen sergiyi ve sergi kitabını ortaya çıkardı.

Bir yanı çok önemli bu serginin: Ben Samih’i nasıl tanıdıysam sergi de aynen öyle anlatıyor onu. Bir oradan, bir buradan, abartmadan, hiçbir şeyi insanın gözünün içine sokmadan. “Bunu daha iyi yaptı”, “Şu daha önemli”, “En iyi işi şu olmuştur” demeden… Aramızda olsaydı hiçbir itirazına meydan vermeyecek bir denge, bir dağılım, bir bütünlük sağlayarak. Yaşadığı, yaptığı hiçbir şeyi dışarıda bırakmadan, hayatının her yönüne aynı hafiflikle temas ederek. Ve sergiyi gezen kişinin “Kim acaba bu adam?” demesini sağlayarak.

Zordur insanın hayatı(nı) anlatması.

Bir başkasının hayatını anlatmak daha da zor elbette. Hele sergilemek…

Bu sergi zorlukların altından müthiş bir kıvraklıkla, benzersiz bir ustalıkla kalkıyor, Samih’e yakışıyor; ne yazık ki bizimki itiraz edemiyor. Keşke edebilseydi.

Zeynep Avcı
Etiler, Haziran 2025

Pera Müzesi’nde 20 Mart 2025 tarihinde ziyarete açılan “SAMİH RİFAT / ‘Çok İş Var Yapacak’ – fotoğraflar, filmler, çizimler, şiirler, defterler, kitaplar ve müzik…” başlıklı sergi 17 Ağustos 2025 tarihine kadar ziyaret edilebilir…

tr_TRTurkish