
Müzik ne zaman dekor oldu?
Bir zamanlar ruhun gıdasıydı… Şimdi algoritmaların arka fonuna dönüştü. Oysa müzik sadece kulağa hoş gelsin diye var olmadı. Kökeninde ritüel var, aidiyet var, hikâye anlatıcılığı var. Birçok kültürde müzik doğumdan ölüme, hasattan şifaya kadar hayatın her anında vardı. O bir sanat değil sadece; aynı zamanda hafıza, kimlik ve topluluk olmanın sesi. Toplumu toplum yapan kültürel ögelerin en önemli parçası. Ama bugün? Müzik kişisel beğenilerin arasında sıkışıp kalmış ve “dinlenebilir” olup olmadığına göre basitçe değerlendiriliyor. Ve çoğu zaman “çalma listem” başlığıyla paylaşılıyor.
Toplumsal işlevinden uzaklaştırıldığında müzik, ait olduğu kültürle bağını yitiriyor. Günlük yaşamdan kopunca da anlamı inceliyor, yüzeyselleşiyor. Kısacası: müzik, bağ kuran bir dilken, uzun zamandır arka planda unutulmuş bir uğultuya dönüşme riskiyle karşı karşıya. Oysa çözüm basit: Müzik tekrar toplumla buluşmalı. Yoksa bir takım uygulamaların fonunda çalarken biz hâlâ susuyor olacağız.
Theodor Adorno’nun müzik eleştirilerinde sıkça vurguladığı ve çok sevdiğim bir ifadesi vardır: “müziğin fetiş niteliği.” Kulağa akademik gelse de aslında bugün hepimizin tanıklık ettiği bir durumu anlatır. Müziğin, bir sanat formu olmaktan çıkıp, bir tüketim nesnesine dönüşmesidir mevzu. Adorno’ya göre müzik artık kendi içeriğiyle değil, dışındaki parıltılarla değerlendiriliyor. Ne kadar doğru bir yaklaşım. Yani aslında, bir eserin ruhu değil; onu kimin seslendirdiği, hangi salonda çalındığı ya da hangi müzikli ortama fon olduğuyla önem kazanıyor. Müzisyenin adı, sahne ışığı, hatta giydiği ve dinlenen ortamı; müziğin kendisinin önüne geçiyor.
Peki bu neye yol açıyor?
Müzik, anlam taşıyan bir ifade olmaktan uzaklaşıyor. Onu dinlemek yerine “sahip oluyoruz.”
Beğeni listeleri, hızlı geçilen şarkılar, sosyal medya gönderilerimize fon olan, arka planda akan sesler… Müzik artık çoğu zaman sadece bir dekor. Oysa müzik, insanla birlikte nefes alıp veren bir anlatıdır. Toplumla, kimlikle, hafızayla bağlantılıdır. Ve bu bağ koptukça; biz de ses dünyamızla olan ilişkimizi kaybetmeye başlıyoruz.
İşte tam da bu noktada, metodolojisi olan ve özgün yaklaşımım Ses Diyeti devreye giriyor. İddia önemli, çünkü müziği dinlemek değil, onunla bilinçli bir ilişki kurmak da mümkün.
Ses Diyeti; bireyin çevresindeki sesleri fark etmesini, tüketmek yerine duymayı, gürültü yerine dengeyi tercih etmesini önerir. Yani mesele sadece ne dinlediğimiz değil, nasıl dinlediğimizdir. Müziğe gerçekten kulak verdiğimizde, sadece sesleri değil, kendimizi de duymaya başlarız.
Ses Diyeti, sadece bir yöntem değil; aynı zamanda yeni bir farkındalık çağrısıdır. Bu çağrı, kulağımızın alıştığı gürültüyü değil, ruhumuzun ihtiyaç duyduğu sesi duymaya yöneliktir. Çünkü sesle kurduğumuz ilişki, kendimizle ve çevremizle kurduğumuz ilişkinin aynasıdır. Müzik tekrar anlamına kavuşsun, yaşam tekrar ritmini bulsun diye… Dinlemeyi unuttuğumuz her şeyin yerine, duyumsamayı yeniden öğrenelim. Ve unutmayalım: Bazen bir şarkı, sadece bir şarkı değildir. Bazen o, kim olduğumuzu hatırlatan bir sestir…
Arzu Haksun