Yediler
Kurtuluş Mahallesi’nde, annemin anlattığına göre, Zekeriya’nın evinde doğdum. Yola bakan mavi boyalı bir ev. Zekeriya, Tatar olmalı. Annemin vurgusu olabilir, belki de ben adıyla kimliğini buluşturdum zihnimde. İriyarı bir adam mıydı acaba, heyula gibi, adı öyle.
Kısa bir yürüyüşle bazen Atatürk Lisesi’ni geçip, eski Porsuk Askerlik Şubesi ve adını unuttuğum taksi durağından sola kıvrılıp kendimi Odunpazarı’nda buldum. Kurşunlu Camii, Odunpazarı evleri, güzel ekmek, simit ve haşhaşlı çörek kokuları arasında, fırınlar da güzel ahşap kokardı o zamanlar, eve dönmeyi unuttum.
1972’de Lise 1’in ilk dönemini Atatürk Lisesi’nde okudum. Bir okul çıkışı lisenin karşısındaki Alaaddin Parkı’na sürükleyen 10-15 ülkücü arkadaş sessiz film oynar gibi dövdüler beni. Cinayeti Gördüm (Blow Up) filmini hatırladım Antonioni’nin, bir yıl önce görmüştüm. O filmdeki topsuz tenis oynama sahnelerini çağrıştırıyor sessizce yediğim dayak.
Kurtuluş Mahallesi Göçmenevleri’ndeki küçük evimizden yürüyüp Çocuk Ceza ve Islah Evi’ni geçip –Garip Dedem orada evrak memuru olarak çalışırdı– Hamamyolu’na giderken, köşedeki Yunus Emre İlkokulu’nda okuyanları düşünürdüm. Küçüktüm.
Bizim okul tepedeydi, yazının başlığına da uygun olsun diye, yedi merdivenli diyeyim, sokaktan sonra ulaşırdık, Kurtuluş İlkokulu, hâlâ sarı. Yunus Emre, yarın gidip bakacağım, güzel taşlardan yapılmıştı, güzel çocuklardan, cümlelerden, evlerden, sabahlardan da mı?
Kurtuluş İlkokulu sarıydı ama, mahallesi daha renkliydi, evlerde çocuklar daha çoktu, sınıflarda daha yakındık. Öğretmenim bana çok güvenerek Eskişehir’in en eski iki gazetesinden biri olan Sakarya’nın il genelinde düzenlediği yarışmaya şiirimi yollamıştı. Fiyakası kalmayan yaşlı çapkınlar gibi, eski sürüm aforizmalardan birini yeni duymuşçasına tekrarlayım: Şiirin kaybetmek olduğunu ilk orada anladım… Bu bana çok uyardı!
Böyle bir şey yoktu elbette, yarışmanın sonuçları bir cumartesi öğleden sonra Yunus Emre İlkokulu’nda açıklandı, öğretmenim de gelmişti, hiçbir şey dememişti, bu bana kaybetmekten de ağır gelmişti!

Sonra işte büyüdüm, ortaokul yıllarımda, Kılıçoğlu başta, sinemalara, Komünist Sahaf İsmail Abi’ye, Yediler’in ünlü Altıkardeşler ve Venedik pastanelerine, Bizim Kitabevi’ne ve Yediler Parkı’ndaki unutulmaz Emek Cafe’ye gitmek için hep yürüdüm.
Ortaokul son sınıfta Hamamyolu’ndaki bir pasajın içinde Atasoy Müftüoğlu, Nabi Avcı, Ahmet Kot, Bekir Şahin, Gürcan Banger gibi her meşrepten insanla edebiyat, sinema, felsefe, şiir konuştum. Cahit Zarifoğlu’nun İşaret Çocukları kitabıyla ilk orada karşılaştım, “Aylak Göz” şiirini de Nabi Avcı’nın sesinden duydum. Çay, sigara, şiir, Eskişehir’in ayazında insana iyi gelen kokular olurdu orada. Aklımda cumartesi öğleden sonra kokuları ve mutluluğunun yer etmesi bunlardandır.
Yediler, Hamamyolu, kitaplar, filmler, Emek Cafe, Deneme Dergisi, şiir. Galiba o yılları, Yediler’deki o çocuğu hep o iki dizesinde buldum Zarifoğlu’nun, “Ve oturdu mu bir masaya / hakkını verir çay içmenin.”
“Aylak Göz”deki “Bu adam kitapların uçlarına / çizilip atılmış resim” yazıklanması mı heyheylenmesi mi desem, çok sonradır, Yediler’in yetmediği, yetişemediği zamanlar.
Yedi evliyanın mezarı (türbesi?) varmış Alaaddin Parkı’nın içindeki Alaaddin Camii’nin yanında, adının oradan olduğu rivayet edilir, edilmese de güzeldir, Yediler.
Beni Eskişehir’in yaz günleri yetiştirdi ve cumartesi günlerini sevmeyi Yediler öğretti.
Haydar Ergülen