Amerikalı yazar, çevirmen Harry Mathews (1930-2017), ilk romanı The Conversions (1962) yayımlandıktan kısa süre sonra uluslararası bilinirliğe sahip olmuştu. Romanlar, şiirler, deneme ve anılar kaleme alan Mathews Fransızcadan Georges Bataille, Georges Perec gibi yazarların eserlerini de İngilizceye çevirmişti. Mathews’un yaşamı boyunca yayınlanan son eseri (eğer gerçekten kurgu ise), iddiaya göre, kendisinin bir CIA ajanı olduğu söylentisinin dolaştığı ve bu söylentilere uymaya ve gerçekten de öyleymiş gibi davranmaya karar verdiği bir döneme ait anı kitabıydı.

Mathews’un yakında Ali Karatay çevirisiyle, Kırmızı Kedi etiketiyle okurla buluşacak eseri CIA Hayatım – Bir 1973 Yılı Kroniği’nden “tadımlık” bölümü okurlara sunuyoruz.

(Harry Mathews, 1988, Arthur Gerbault)

Orsini ailesinden geldiği ne kanıtlanabilir ne de de çürütülebilirdi ama çakmak çakmak kara gözleri ve esmer teni damarlarında İtalyan kanının aktığına delaletti.

Yer Paris, yıl 1971, beyaz bulutların soğuk buttermilk’e batırılmış tülbent gibi bir şerit halinde uzandığı aydınlık bir bahar sabahı ve Andrée taşra şıklığını kuşanmış bir halde Bac Sokağı’nda. Vaktimizin çoğunu Grenoble şehrinin güneyindeki Alp köylerinde birlikte geçirmiştik. Andrée’nin kocası arabayla iki saatlik mesafedeki Chambéry’de avukatlık yapıyor, hafta içi çalışma günlerinde –risk oluşturmayacak şekilde– orada kalıyordu.  

Andrée Paris’te ne yapıyordu? Onu bırakalım, benim Paris’te ne işim vardı? Son kitabım için Paris’te olmadığıma göre niçin oradaydım?

Sokağın karşısındaki bir çatıda, gökyüzündeki bulutların oluşturduğu beyaz fonda karartı halinde bir karga görünüyordu. Başka? Andrée bilmiş bilmiş gülümsüyordu. Rengimin attığını görünce, “Harry, sorun değil” dedi, “benim için kesinlikle sorun değil.” Kafamı iki yana salladım: “Hadi söyle.”

Kolumu tuttu. Tamamen şans eseri CIA’e çalıştığımı öğrenmişti; kocasının Fransız karşı istihbarat örgütü için çalışan bir meslektaşı adımı bir ABD ajanları listesinde görmüştü.

Ne söyleyeceğini biliyordum ve ondan bunu duymak hiç ama hiç hoşuma gitmiyordu. 41 yaşındaydım ve insanların beni hâlâ göründüğü gibi olan iyi bir insan, mükemmel derecede aşikâr (ve tabii mükemmelliği de aşikâr) biri olarak gördüğü günleri özlüyordum. Bir casus olarak görülmek kalbimi kırıyordu ve bunun sebebi casusluğun o zamanlar utanç verici bir iş hâline gelmiş olması değil, düpedüz yanlış bir iş olmasıydı.

Buna benzer şeyleri daha önce de yaşamıştım. Paris’te pek çok kişi beni gey olarak “biliyordu”, çünkü haftada birkaç kez en iyi dostumla akşam yemeği yiyordum ve o bir geydi. Quod erat demonstrandum.[1] Aslında eşcinselliği onaylamıyor değildim bile; insanlar böylesine temel bir konuda değerlendirme hatası yaptıktan sonra gerçekte nasıl biri olduğumu nasıl anlayabilirlerdi ki?

İnsanlar “ekonomik bağımsızlığa” sahip olmamdan da yanlış sonuçlar çıkardılar. Çok zengin bir insan olarak nam salmıştım ama aslında değildim ve bundan memnundum da (Kimileri benim izaha muhtaç zenginliğimi CIA’le bağlantılı olduğumun kanıtı olarak gösterdi ki saçma sapan bir iddiaydı bu, şayet Teşkilat bana para veriyor olsaydı, bir iş de vermiş olsa gerekti). 1952’de ölen büyükannem bana yetmiş beş bin dolar keş para bırakmıştı. Bu parayla yaptığım yatırımlar birkaç yıl boyunca ailemi refah içinde yaşatmaya yetecek kadar gelir üretti. Yetmediğinde ise ana sermayeden yemeye başladım ama bu yatırımlarımı satarken şansım yaver gitti ve elime iyi para geçti. 60’lı yılların sonunda İtalya’da çalıştığım iki filmden iyi para kazandım ve bu para da ekonomik durumuma katkıda bulundu. (1959 yılında büyükbabamdan da otuz bin dolar para kaldı ama o parayı bir edebiyat dergisi çıkarmak ve Alpler’deki evimi ve Paris’teki dairemi satın almak amacıyla çektiğim kredileri ödemek için kullandım.) Gayet iyi yaşıyordum ve günlük giderler için yılda harcadığım para on bin doları asla geçmedi. Gelgelelim çoğu insan benim bir milyoner olduğumu düşünmeye devam etti.

CIA’le bağlantılı damgası yemenin de bundan farkı yoktu ama insanlarda yarattığı algı daha kötüydü. CIA’den (ya da gey veya çok zengin) olmadığımı iddia etmenin zaman kaybı olduğunu öğrenmem uzun sürmedi. Tek yaptığım bu ihtimalin ucunu açık bırakmaktı. Bu söylentileri bu kadar ciddiye almak akıl kârı değildi ama aldım.

Andrée o sabah Bac Sokağı’nda dedikodu sandığım bir şeye resmiyet kazandırdı.

1967 yılında, Paris’in sol yakasındaki bir galerinin açılış töreninde ilk kez bir ajan olarak hedef alındım. Benimle tartışmaya başlayan Michel Loriod adında bir yazar itidalini kaybedip birden şöyle bağırdı: “Senin CIA’den olduğunu herkes biliyor, yaptığın işin doğası gereği fikirlerinin bir değeri yok.” Gafil avlanmıştım, hiçbir şey diyemedim.

Loriod söylediklerinden çok emindi, sanki o da “biliyordu.” Acaba o da mı karşı istihbarat örgütüyle bağlantılıydı? Sonraki yıllarda Fransız hükümeti için çalıştı ama 1967’de çalışıyor muydu? Ücretli bir muhbir olabilir miydi? Yoksul bir adamdı ama işler gerçekten kötüleştiğinde şapkadan çıkaracak bir tavşanı hep olurdu. Bu durumda bir arkadaşına, kendisi gibi sürrealistlerle bağlantılı güzeller güzeli Mısırlı bir yazara yanaşır, o kadın meşhur bir sürrealist ressama gerekeni söyler, ressam da Loriod’a satması için bir resmini verirdi. Sanat dünyası hakkında bilgi pazarlamak için bu yöntem tercih ediliyor olsa gerekti. Ahlaki öfke nöbetleri geçirirdi ki bu da onu gizlice bilgi toplama işi için uygunsuz biri yapıyordu, zira ressamları kandıracak kadar akıllı değildi.

Loriod, 1968 Mayıs “olayları”nın yaşandığı dönemde CIA’deki kariyerimde kısa bir süreliğine bir rol de oynadı. O ayın ilk günlerinde ben New York’tayken eski eşim Niki arayıp Paris’in bir iç savaşa doğru gittiğini söyledi. On üç yaşındaki oğlu Fransa dışındaydı ama on yedi yaşındaki kızımız Laura ülkeden ayrılamazdı. Fransa’ya gidip ona göz kulak olmam gerekiyordu, hem de hemen.

Fransa’daki her şey gibi havaalanları da kapalıydı. Brüksel’e uçup orada kiraladığım bir vosvos kaplumbağaya onar litrelik dört benzin bidonunu yükledim ve ertesi gün öğleden sonra Paris’e vardım. Varenne Sokağı’ndaki dairemden patlama seslerini duyabiliyordum; sonradan öğrendim ki bunların tamamı polisin attığı bombalarmış ama ortada bir savaş varmış hissini veriyorlardı. Arkadaşlarımı aradım. Bereket versin ki Sarah Plimpton’ı evde yakaladım, bana arabasıyla şehirde bir tur attıracağını söyledi. Ortada bir savaş falan yoktu, bir tür delidolu toplumsal psikodrama, yaşandığı dönem için gerçek bir kültür devrimiydi bu; hiç kuşkusuz sertti ama heyecan verici ve canlandırıcıydı da.

Bir önceki hafta durumdan vazife çıkaran bir grup yazar, Faubourg Saint-Jacques Sokağı’nda, saygın bir kuruluş olan Société des Gens de Lettres’e (Fransız Yazarlar Birliği) ev sahipliği yapan zarif bina Hôtel de Massa’yı bastı. Bu işgalciler sıfırdan bir Yazarlar Birliği kurdular. Çok geçmeden arkadaşlarım beni de bu birliğe kaydettiler ve böylece (Stephen Spender’ın izniyle) birliğin anadili İngilizce olan ilk üyesi oldum. Aslında konuşmak dışında pek bir şey yapmadık ama bunun bile faydası oldu: Öğrenciler ve işçiler asıl işi yaparlarken birkaç düzine ateşli entelektüeli meşgul etti.

Şu tür meseleler hakkında konuşup tartışıyorduk: Yazarlar bir işçi toplumunda nasıl işçi olarak işlev görür? Ticari yayıncılığın adil olması mümkün müdür? Bazen mevcut durumda hangi duruşu almamız gerektiğini de tartışıyorduk ve işte o zaman tartışmalar çok zehirli bir hâl alıyordu. Büyük çoğunluğumuz öğrenci-işçi hareketini destekliyordu ama Fransa Komünist Partisi’nin çizgisini benimseyip bu harekete cepheden karşı çıkan küçük ama sesi çok çıkan bir grup da vardı. Azınlık, edebiyat dergisi Tel Quel’in yazı kurulunun üyeleriyle Paule Thévenin’den (bu kadın bir zamanlar Antonin Artaud’nun yakın dostuydu) oluşuyordu; dergiye hayat veren kişi ise genel yayın yönetmeni Philippe Sollers’ti.

Sollers çok önceden kendine has bir edebi kimlik inşa etmişti: çok yönlü bir editör, parlak bir eleştirmen, ateşli bir erotizm meraklılığının dışında inançları bakımından kışkırtıcı derecede tutarsız, ayrıca kıskanç, paranoyak ve kontrol manyağı.

24 Mayıs akşamı Sollers’in azınlığı bir oylamada tecrit olunca Birlik’i terk etti. Daha sonraları Sollers sık sık tek başına gelip bizimle epey dostane bir tonda sohbetler etti. Bir akşam Maurice Roche ve ben yakındaki bir kafede oturan bir gruba katıldık. Grupta Maurice’in yakın dostu Violante do Canto ve Sollers’in yanı sıra Jean Pierre ve Marie-Odile Faye çifti de vardı. Sohbetin bir yerinde daha iyi Fransızca bilmediğim için çok hayıflandığımı, zira Claris Francillon’un cömert teklifini kabul edip “Birlik’in arşivlerine bakmayı” çok istediğimi söyledim. Sollers Maurice’e “ve sen de onun casus olmadığını mı söylüyorsun?” der gibi baktı (Gerçekten de bir casus vardı. Marie-Odile arka odalardan birinde Sollers’i telefonda “R2M’den 316’ya” gibi şeyler söylerken yakalamıştı). Bundan iki gün sonra Jean Pierre bana Sollers’in bahçede gezintiye çıkardığı Birlik üyelerine benim CIA’den olduğumu anlattığını söyledi. Bunun üzerine ben de onu bir gezintiye çıkarıp böyle bir zırvayı nasıl ağzına alabildiğini sordum. Tel Quel’in yazmanı ve arkadaşım Marcelin Pleynet onu hizaya getirmiş olsa gerekti, Sollers yelkenleri suya indirdi. Bunu Loriod’dan duyduğunu tekrar edip durdu. Bunu bir daha ağzına almayacağına söz verdi, sözünü de tuttu.

Fakat üç hafta boyunca kendimi ortak coşkuya kaptırmıştım ve o coşkuyu paylaştığım insanların niyetimden kuşku duyduğunu düşünmek şimdi bana acı veriyordu. Neyse ki 1968 Mayıs’ına katılmış insanlar bu az tanınmış Amerikalı yazarın neyin peşinde olduğunu çok da umursamıyordu. Michel Loriod’nun bile umurunda değildi bu: Sağduyuyu hiç elden bırakmıyordu ki sonunda ben de ona içerlemeyi bıraktım.

Sonra Mayıs bitti ve ben hayal kırıklığı ve şaşkınlık içindeydim. Benzer bir şaşkınlığı ilk kez bundan üç yıl önce, Hôtel de Massa’dan binlerce kilometre uzaktayken yaşamıştım.

1963 yılı sonbaharında Kahire’de Fred Warner’la tanıştım. Lili Bellenis’in pansiyoner olarak kaldığım El-Cezire’deki dairesinde düzenlenen bir partiye geldi. Yaklaşık iki metrelik bir adamdı. Uzun ve ifadeli bir yüzü, ciddi ve ağırbaşlı bir edası vardı. Yüzünde her daim bir gülümseme ve her şeye bir cevabı vardı. Konuşması bana Oxford İngilizcesinin abartılı bir taklidi gibi geliyordu. Bu adama katlanamıyordum. Ertesi gün Mimar Hasan Fethi’nin Kahire Kalesi yakınlarındaki evinde öğle yemeği yerken gördüğümde de bu hissiyattaydım. Bu yemek sırasında Warner’la Luksor’a giden aynı trende olacağımız ortaya çıktı.

Luksor’a vardıktan hemen sonra Dendera tapınağını ziyaret için taksi tutacağını söyleyip, aynı taksiyi paylaşıp paylaşamayacağımızı sordu. Bu teklifi reddetmem zordu, o akşam yemeği birlikte yeme teklifini de öyle: “Eski şehirde bir yer buluruz. Kaldığımız otelde yemeyi aklından bile geçirme. Orada en kötüsünden dünya mutfağıyla karşılaşacağın kesin.” Sanırım onu gerçekten dinlemeye başladığım an buydu.

Hava kararırken yürüyerek eski şehre gittik. Fred daha önce hiç görmediği karman çorman sokaklarda kılavuzluk edip beni yerel bir restorana götürdü ve orada bu hayatta yediğim en lezzetli ızgara kuzuyu yedim. Restorandan çıkmış geri dönerken bir köşede durdu, benim anlayamadığım bir sinyal yakalamıştı. Bir düğün yemeğinin verilmekte olduğu arka sokaklarda bir eve götürdü bizi. Konukseverlikle karşılanıp içeri buyur edildik. Fred en şehirlisinden İngilizcesiyle gelini ve damadı tebrik etti. Etrafımızdaki kalabalık tek kelimesini bile anlamadığı bu sözleri neşeyle karşıladı. Kısa süre sonra oradan da ayrıldık. (Dışarı çıkarken merdivenlerde oturan siyah giysili bir anne sırf benim görmem için manidar bir hareketle kızının örtüsünü kaldırdı. En fazla on beş yaşındaki kız buz gibi solgundu ve nefes kesecek kadar güzeldi.) Otele doğru yürürken Fred’in az önce karşılaştığımız sahneyle ilgili yorumlarını dinledim ve fark ettim ki seyyahlıkta yalnızca bir çaylaktım.

Ertesi gün Dendera’ya gittik. Yeraltındaki bir tapınak odasının kapısından girerken orta büyüklükteki bir yarasa Fred’in tam göğsüne çarptı. Fred’in buna tepkisi şaşkın şaşkın homurdanmaktan ibaret oldu. Nil’i geçip mezarları, diğer tapınakları ve Hasan Fethi’nin köyü Yeni Gurna’yı ziyaret etmek için felukalar kiraladık. Bir noktada Fred beni koyu renkli ahşaptan yapılmış, eski usul keyifler yaşatan buharlı gemi Hapi’ye binip Ebu Simbel’e giderken ona eşlik etmeye ikna etti. Bu keyifler arasında deneyimli Yunanlı bir aşçı ile güzeller güzeli ve ateşli (ateşli ama öpücükler ne kadar uzun sürerse sürsün namusundan taviz verecek kadar değil) Kahireli hostes Mimi de vardı.

Asvan’da karaya ayak bastığımızda Fred ve ben artık arkadaştık. Dünyada olup bitenler hakkında bilgi almak için ona bel bağlar olmuştum, zira bu konularda birinci el bilgi kaynağıydı. Bana Parade’s End[2] romanındaki Christopher Tietjens’i hatırlatıyordu: en kalitelisinden bir Muhafazakâr Partili, dürüst, vicdan sahibi, hayatın her alanına –sanat, iş dünyası, savaş, çiftçilik, felsefe, siyaset, para, doğa bilimleri– büyük merakla yaklaşan ama aynı zamanda sabırsız, asabi, (özellikle yakınındaki insanlara karşı) adaletsiz ve sıkıcı asilzadelere düşkün biri. Öyle olurdu ki haftalar boyunca melankoliye kapılır, o zamanlar kimse ona ulaşamazdı.

Hayatının büyük kısmını bir diplomat olarak geçirdi. 1960 yılında Laos’ta geçici ateşkes sağlayan başarılı bir uluslararası konferans örgütledi; dolayısıyla ilk elçilik görevi için Laos’un başkenti Vientiane’a atanması akla uygundu.

1964’te bu görevine başladı. Bir yıl sonra onunla kalmam için beni oraya davet etti. İkinci romanımı daha yeni bitirmiştim, başka bir planım oktu, kabul ettim, kim etmezdi ki? 1965 Kasım’ında Bangkok’a, birkaç saat sonra da Vientiane’a uçtum.

Uçağın penceresinden Fred’i gördüm, nemli ve güneşli bir havada asfaltta hazır ol vaziyetinde dikiliyordu. Güneş altındaki sıcaklık yüz derece olsa gerekti. Kruvaze bir siyah takım elbise giymiş, kravat takmıştı. Arkasında bir limuzin bekliyordu. Bu limuzin bizi aralıklı olarak sekiz hafta boyunca kalacağım rezidansa götürdü.

Vardığımda en önemli Budist bayramı devam ediyordu. Bir hafta boyunca devam eden bu bayramda, efsanevi bir altın yapraklı Buda heykelinin etrafında inşa edilmiş bir tür pagodada düzenlenen panayır merkezi bir yer tutuyordu. Benim içinse bu bayram elçilikte düzenlenen bir dizi akşam partisi anlamına geliyordu.

Laos yoksul ve izole bir ülkeydi ama Amerika’nın Vietnam’da yürüttüğü savaş orayı diplomatik bir cadı kazanı haline getirmişti: Ho Şi Min taraftarları ile ABD Hava Kuvvetleri’ne bağlı bombardıman uçakları arasında yarı tarafsız bir bölge. Vientiane’daki elçiliklerde artık birinci sınıf diplomatlar görevlendiriliyordu. Hiç kuşkusuz ülkedeki tek turist bendim (keşler çok sonraları zuhur ettiler). Neye bulaştığımın farkında bile değildim.

Ülkedeki ilk gecemde on iki saat uyuduktan sonra eğlenceye hazırdım. Avustralya Elçiliği bir sonraki akşam eğlence düzenliyordu. Avustralya elçisiyle tanıştırıldım, sonra elimde bardak, en sonunda bana sıcak davranan bir grup buluncaya dek dolanmaya başladım. Bu yeni yüzü hepsi yüzlerinde bir gülümsemeyle karşıladılar. Orada ne yapıyordum? Hiçbir şey, diye yanıtladım, hasbelkader Britanya elçisiyle arkadaş olmuştum. “Amerikalısın, değil mi?” Kafamı sallayarak onayladım, onlar da kafalarını salladılar ve sonra beni göstere göstere görmezden geldiler.

Aynı şey o akşam ve sonraki akşam yine yaşandı. Üçüncü akşam bu sefer Britanya Elçiliği’ndeyken sanırım neyi yanlış yaptığımı anlamıştım. Daha önce karşılaşmadığım üç konuğa yaklaştım. Yine gülümsemeler ve tabii, orada ne yapıyordum? Ben bir mühendistim, özel uzmanlık alanım sıhhi tesisattı, kuzeydeki kamplar için oraya gönderilmiştim, belli ki bu konuda bazı problemler yaşanıyordu. “Hadi ya? Hadi bir içki daha alalım.”

Yalan söylediğim için değil, kötü yalan söylediğim için gafildim. Gayriresmî ajanlar her şeyden önce makul bir paravan iş bulmak zorundadır.

Artık ben de kulübe dahil olmuştum, diplomatik camiada popüler bir şahsiyet haline geldim ve Fransızların beni bir Amerikan ajanı olarak kodlaması işte tam da o günlerde oldu. Vientiane’a vardığımda Fred dışında orada yalnızca bir arkadaşım vardı: yakışıklı Fransız genç Gérard Lacotte. Onunla Paris’ten tanışıyordum ve şimdi Fransız elçiliğinde alt düzey bir görevli olarak askerlik hizmetini yapıyordu. İyi ve düzgün bir adamdı ama bu onu üstlerine Vientiane’da benim CIA’den olduğum yönünde söylentiler olduğunu söylemekten alıkoymadı, dolayısıyla sosyalleşirken yapılan laflamalar beni o nefret listesine sokmaya yetmişti. İstihbarat örgütleri kullanabilecekleri her şeyi kullanırlar. En azından ona Andrée’yle Bac Sokağı’ndaki buluşmamızdan bahsettikten sonra Fred’in açıklaması buydu.

İki yıl boyunca bu “haksızlığı” anlatıp durmaktan kendimden tiksinir olmuştum. Dinleyen herkese hikâyemi defalarca anlattım. Tabii bunu yaptığım her seferinde benim CIA’den olabileceğimi düşünenlere bir kişi daha eklenmiş oldu. Tüm bunlardan en kötü etkilenen ise bendim. Şiir gibi bir büyük yıkıcı komploda rol oynamak istiyordum; aslında benim için hayatıma anlam kazandırmanın bir yoluydu bu. Ama insanlar sıradan, maaşlı bir komplocu olduğumu düşünürken sesimi kim işitebilirdi? Masumiyetimden dolayı kendimi kınadığım her seferinde kıskançlık kadar nafile bir burukluk hissediyordum.

Laos’tayken bir CIA deneyimi daha yaşadım.

Vientiane dışına çıkarken yanımda genellikle Fred de oluyordu. Fred’den beni hiçbir şekilde tehlikeye atmayacağı sözünü alan Amerikan elçisinin nazarında benim güvende olmamın garantisiydi bu. Ne var ki Fred’in tavsiyesiyle Chapmassak bölgesinin güneyine tek başıma gezmeye gidince savaş bölgesi sayılabilecek bir yer olan Savannakhet’te mola vermek zorunda kaldım, dolayısıyla özel tedbirler almak şart olmuştu. Beni havaalanında karşılama talimatı verilmiş ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı’ndan bir görevli ve eşi beni o gece için misafir edeceklerdi. Bu misafirliği iple çektiğim söylenemezdi.

Misafir edildiğim evdeki odamda en azından Oklahoma’nın ikinci büyük şehri olan Tulsa’nın telefon rehberi ve onun içinde de bir şehir haritası vardı, bu sayede artık New York’ta yaşayan Oklahomalı arkadaşlarımın isimlerini –Padgett, Brainard, Berrigan– bulup onlara memleketleriyle ilgili kartpostallar yazabildim. Akşam yemeği için aşağı indim. İçki yoktu. Daha önce şehir pazarından geçerken yığınla kavun, papaya ve çeşitli yeşillikler görmüştüm ama yemek konserve pancarla başlayıp konserve ananasla bitti.

Yemekte ev sahiplerimi ve o akşam bize katılan bir meslektaşlarını orada ne yaptıkları hakkında sorguya çektim. Dediklerine göre Laoslu köylülere ürünlerini nasıl sulamaları gerektiğini öğretiyorlarmış, gerçekte ise bölgeyi gözetleyen eski askerlerdi. Yeni CIA ajanlığı statümün şakasını bile yapamadım, zira bu insanlar gerçekten öyleydi.

Yemeğin sonunda kısa bir süreliğine benim için endişelenmiş göründüler. Bana planlarım hakkında sorular sormuşlardı. Kuzey Tayland’a, oradan Bangkok’a, son olarak da Kamboçya’ya gideceğimi, sonra Laos’a döneceğimi söyledim. Angkor Vat’ta on gün geçirmek istiyordum. İşte tam bu noktada iki adam birbirlerine gerçekten endişeli bakışlar attılar. Ev sahibim en sonunda bana dönüp şöyle dedi: “Harry, orası için bir gün bile fazla. Kilometrelerce uzanan yıkıntılardan başka hiçbir şey yok orada.”

Ertesi sabah Champassak bölgesinin en önemli ve büyük şehri Pakse’ye giden bir uçağa bindirildim. Orada yemek yedikten sonra Bolaven Platosu’nun eteklerindeki Paksong köyüne giden bir otobüse bindim. Burası bir zamanlar vadinin sıcağından kaçanların rağbet ettiği bir yerdi ama artık kimse gelmiyordu: Bir zamanlar köyün en iyisi sayılan otelin tek müşterisi bendim. Laos’un bağımsızlığını kazanmasından sonra oradan ayrılmayan bir Fransız’ın işlettiği eli yüzü düzgün bir restorandan bahsedilince oraya gittim ama adam bana servis açmayı kabul etse de ısrarla akşam altıdan sonra bunu yapamayacağını söyledi. Onunla konuşurken kıs kıs gülmeye başlayıp ayak bileklerimi işaret etti: Yarım düzine sülük çevik hareketlerle çoraplarımda yukarı doğru tırmanıyorlardı.

Köyde dolanırken genç bir Filipinli beni durdurup, ilerleyen saatlerde köydeki Kardeşlik Kliniği’nde bir parti verileceğini söyledi. Kesinlikle gitmeli ve yanımda bir şişe İskoç viskisi getirmeyi unutmamalıydım.

Kardeşlik Kliniği bölgede büyük ihtiyaç duyulan sağlık hizmeti vermek üzere Amerikalı ve Filipinli Genç Tüccarlar Odası tarafından kurulmuştu. Amerikalılar gerekli parayı, Filipinliler ise gerekli personeli sağlıyordu. Amerikan havayollarında çalışan hostesler Bangkok’taki uzun molaları sırasında sık sık gönüllü hemşirelik yaparak bu kurumlara destek veriyordu. O akşamki parti bir grup hostesin ayrılıp yeni bir grup hostesin gelişi şerefine veriliyordu.

Ben vardığımda parti kıvamına gelmişti. Masa ve sandalyeler duvarlara dayanmış, dans için olabilecek en geniş alan açılmıştı. Filipinlilerde eski ve yeni hit şarkıların bulunduğu uzun mu uzun iki makaralı kaset vardı. Partide heyecan yüksekti. Filipinliler dansı, parti yapmayı, hatta sanırım hayatı seviyorlardı. O dans pistinde koca bir ülkeye sevdalandım.

Bir süre sonra biraz serinlemek için mola verdim. Dans etmekte olan hoş bir hostes ile çok genç bir doktor gözüme çarptı, doktor sarhoştu ve hostes sinirlenmeye başlamıştı. Kadının sözünü kesip doktordan bana katılmasını rica ettim: Dansa devam edemeyecek kadar terlemiştim ve oturup biriyle konuşmak istiyordum. “Tamam, tamam” dedi. Buraya kadarki kısımda bir sorun yoktu.

Bir yere oturduk. Bana neden Laos’ta olduğumu sormadı, bana neden Laos’ta olduğumu söyledi. Benim CIA’den olduğumu hepsi biliyordu. Buna hazırlıklı değildim, muhtemelen kafam da biraz iyiydi, laf dalaşı için daha fazlasına ihtiyacım yoktu. Elbette ki bu dalaş iyi bir sonuç vermedi, yalnızca inadımı büyüttü. En sonunda ona şöyle dedim: Madem sen bir doktorsun, üniversite okudun, İngilizceyi de çok iyi konuştuğuna göre İngilizce edebiyata aşinasındır herhalde? Başıyla onayladı. “Hadi bakalım öyleyse, beni test et. Sana bir yazar olduğumu söyledim. Sevdiğin yazarlar hakkında bana soru sor. Belki seni bu yolla ikna edebilirim.”

Hafif hafif öne arkaya sallanmaya başladı, gözleri parlıyordu. Beni paramparça etmek üzereydi. Gerçekten sevdiği tek bir İngilizce yazarı olduğunu söyledi. Kim? Bir şair. Hangi şair? Son darbeyi indirmeden önce bir süre durakladı: “Gerard Manley Hopkins.”

Keyifli duraklama sırası bendeydi, sonra fısıldadım:

Havadaki yapraktan kafesleriyle
Zıplayan güneşi bazen zapt edip bazen söndüren
Benim sevgili titrek kavaklarımın hepsi kesilmiş, hepsi kesilmiş.

Sonra başından sonuna kadar “Binsey Poplars” şiirini okudum; sonra “Dünya Tanrı’nın ihtişamıyla dolu…”, en sonunda da (ezberimde olmayan satırları bile dudaklarımdan dökülerek) “The Windhover” (Kerkenez).

Doktor daha fazla zorlamadan yenilgiyi kabul etti. Aslında hoşuna gitmişti. Ben şiirleri ezberden okurken kafasını sallayan doktor bir iki kere de beni düzeltti: “Ah, soğuk doğu kıyısında sabah…”, “Sanırım kıyı kahverengi.” Sonraki yirmi dakikayı “The Wreck of the Deutschland” (Almanya’nın Enkazı) şiirini tartışarak geçirdik. En sonunda gitmek için izin istedi.

“Harry, Harry, sana nasıl teşekkür edebilirim? Ama artık yatmalıyım. Seninle konuşmak bir zevkti.”

“O zevk bana ait.”

“Hopkins hakkında konuşacak birini bulmak harika bir şey.”

“Ama onun hakkında benden çok daha fazla şey biliyorsun.”

“Hayır, bilmiyorum. Sana söylemem gereken bir şey daha var.”

“Nedir?”

“CIA’in adamlarını bu kadar iyi eğitmesinden çok memnun oldum.”


[1] Lat. Kesin kanıt. (ç.n.)

[2]  Geçit Töreninin Sonu. (ç.n.)

tr_TRTurkish