Devrim’i hem siyasal hem de toplumsal düzlemde giderek köktenleştirdiklerini anlatan yeni bir tarihyazımına ihtiyacımız olduğunu Halil İnalcık bundan yaklaşık 60 yıl önce söylemiştir.

Devrim Tarihçisi Halil İnalcık

Aramızdan dokuz yıl önce ayrılan büyük tarihçimiz Halil İnalcık, vefatından kısa bir süre önce Ankara Üniversitesi’nin Dil ve Tarih-Coğrafya ve Siyasal Bilgiler Fakülteleri’nde vermiş olduğu derslerin notlarını Timaş Yayınları’na Akademik Ders Notları başlığıyla yayımlattırmıştı. Bu kitabın bir bölümünü Halil Hoca’nın Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin daveti üzerine 1956 ile 1972 yılları arasında verdiği “Millî Mücadele Tarihi” dersinin notları oluşturuyor. Bu bölüm, daha sonra Millî Mücadele Tarihi başlığıyla Kronik Kitap tarafından bir kez daha yayımlandı (2022). Öyle görünüyor ki Halil Hoca, adı “Türk İnkılâp Tarihi” olan derste öğrencilerine Türk Devrimi’ni değil, yalnızca Millî Mücadele’yi anlatmış. Nitekim notlar, kısa birer II. Meşrutiyet ve I. Dünya Savaşı bölümünden sonra Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’ya geçişiyle başlayıp Lozan Antlaşması’yla bitiyor. Gerçi buna pek şaşırmamak gerekir, zira Halil Bey’in anlatısı, aşağıda göreceğimiz çok önemli bir özelliği dışında, Devrim tarihine 1960’lardaki Atatürkçü yaklaşımların güzel bir örneği.

1960’ların Atatürkçülüğü’nü oluşturan ilk temel metinler, Tarık Zafer Tunaya ve Tevfik Bıyıklıoğlu’nun 1950’lerin ikinci yarısında yayımladıkları çalışmalardır. Bunların ardından gelen Sabahattin Selek’in Anadolu İhtilâli (1963) ve gene Tarık Zafer Tunaya’nın Devrim Hareketleri İçinde Atatürk ve Atatürkçülük (1964) adlı eserleri ise, Millî Mücadele tarihimize Atatürkçü bakışın olgunluk evresini temsil ederler. Bu bakışta Bıyıklıoğlu ve Selek’in “ihtilâl”, Tunaya’nın ise önce “inkılâp”, daha sonra ise “devrim” olarak adlandırdıkları süreç, yer yer sonrasına yapılan kısa atıflara rastlansa da, Millî Mücadele dönemine kapatılmıştır. Devrim 1919’da başlar. Amacı yeni bir millî devlet kurmaktır. 23 Nisan 1920’de açılan Büyük Millet Meclisi bu yeni devletin meclisi olduğu gibi, 20 Ocak 1920 tarihli Teşkîlât-ı Esâsiyye Kanunu da yeni devletin anayasasıdır. Yeni devlet, Kurtuluş Savaşı’nın zaferle sonuçlanması sayesinde kalıcı olmuş ve 2. TBMM döneminde Cumhuriyet’e dönüşmüştür. Yani Erzurum ve Sivas Kongreleri’ndeki çabanın Sultan VI. Mehmet Vahdettin’in son verdiği meşrûtî yönetime dönme çabası olduğu gözardı edildiği gibi, TBMM’nin açılış aşamasında amacını esir olan saltanat ve hilafeti kurtarmak biçiminde tanımlamış olması da azımsanmıştır. Halil Hoca’nın ders notları bu şemaya tümüyle uyuyor. Nitekim, notlar arasında şöyle bir cümleye rastlıyoruz: “Türk bağımsızlık savaşı ilk aşamada bir millî ihtilâl hareketi olarak başlamıştır.” TBMM’nin açılmasıyla da “yeni Türk devleti” ortaya çıkar, Teşkilât-ı Esâsiyye Kanunu ise bu devletin ilk anayasasıdır. Tabii Hoca’nın notlarının son bölümünü oluşturan Lozan Antlaşması’nın işlevi de yeni devleti uluslararası hukuk düzleminde tescil etmektir.

Günümüz Türk Devrimi tarihçiliğinin yukarıda adlarını verdiğimiz araştırmacıların çalışmalarından çok şey öğrendiği kesindir. Ayrıca Selek’in, özellikle de Tunaya’nın ince ayrıntılara giren çözümlemeleri günümüz tarihçilerine hala yol gösterici olabiliyorlar. Öte yandan, söz konusu çözümlemelerin yayımlandığı yıllarda birçok resmî ve özel birincil kaynağın henüz yayımlanmamış olması, yazarlarının zaaflarını bir hayli hafifletecek bir keyfiyettir. Ama bugün artık 1. TBMM’nin bir devlet olmadığını, fiilî bir devrimci yönetim olduğunu, çıkarttığı ikinci kanun olan Hıyânet-i Vataniyye Kanunu’nda (29 Nisan 1920) kendisini olağanüstü koşullarda kurulmuş, geçici bir meclis olarak tanımladığını biliyoruz. Toplantı yeter sayısının tutturulmuş olması koşuluyla, maddeleri mevcutların çoğunluk oyuyla değiştirilebilen Teşkilât-ı Esâsiyye Kanunu’nun bir anayasa olmadığını da biliyoruz. Bütün bunlar bize 1960’larda ortaya çıkan Atatürkçü Millî Mücadele anlatılarının tamamen erekselci (teleolojik) olduğunu ayan beyan gösteriyor.

Bu erekselci anlatının doğal bir sonucu da, Devrim’in, daha doğrusu devrimcilerin kendi kendilerini anlatışlarının yinelenmesidir. Bu nedenle de Nutuk, en çok kullanılan kaynak olur. Halil Hoca da, kendisinden önceki araştırmacılar gibi, ders notlarında sık sık Nutuk’a gönderme yapıyor. Bunu kendi başına bir zaaf olarak görmeyebilirdik gerçi; yeter ki tarihin yazılmasına Gazi Mustafa Kemal gibi 1919 baharında başlanmış olunmaya. Zira Anadolu’da isyanı asıl tetikleyen olay, bu tarihten önce olmuştur ve bu da Sultan Vahdettin’in 21 Aralık 1918’de Meclis-i Mebûsân’ı dağıttıktan sonra yeni seçim çağrısı yapmaması, yani Anayasa’yı rafa kaldırmasıdır. Bir an için düşünelim: Sultan, Anayasa’nın öngördüğü biçimde, yani en geç Nisan 1919 sonlarında yapılacak bir seçim çağrısı yapmış olsa, bu seçim sonucunda nasıl bir meclis oluşurdu? Bu sorunun kuşkuya hiç yer bırakmayan yanıtı şudur: İttihat ve Terakkî Cemiyeti üyelerinin veya yandaşlarının çoğunlukta olduğu bir meclis. Zaten Sultan Vahdettin, İttihat ve Terakki’yi tekrar siyaset sahnesinin önlerine çıkaracak bu sonuçtan emin olduğu için seçim çağrısı yapmamıştı. Bilmem söz konusu ettiğimiz bu güçlü olasılığın, 1960’ların erekselci tarihçileri tarafından hiç ele alınmadığını tekrar tekrar vurgulamaya gerek var mıdır? Bu da bize biraz Sabahattin Selek’i, ama asıl, yazımızın başlarında söylediğimiz gibi, Halil İnalcık Hoca’yı 1960’larda yazanlar arasında ayrı bir yere koymamız gerektiğini gösteriyor.

Sabahattin Selek, kitabının birinci cildinin başlarında Müdafaa-i Hukuk hareketini anlatırken, “Müdafaai Hukukçular büyük çoğunlukla İttihatçı idiler” der. Yani Selek, yakın tarihimizin çok önemli ve Türkiye’nin ancak Erik Jan Zürcher’in Millî Mücadele’de İttihatçılık (1987) başlıklı kitabından öğrenebilmiş olduğu bir özelliğini daha 1963’te yazmıştır. Halil Hoca da ders notlarında, “İttihad ve Terakki Cemiyeti, memleketin her tarafında meydana getirdiği şubeleri ile de, gelecek için milliyetçi bir kadro ve teşkilât hazırlamıştır” der. Bu tespitlerden yola çıkarak varılacak sonuç, özetle söylenecek olursa, Millî Mücadele’nin büyük çapta İttihatçılar tarafından, ama yeni bir isim altında ve yeni bir önder kadroyla başarıya ulaştırılmış bir çaba olduğudur.

İttihatçılığın Devrim tarihine bu biçimde dahil edilmesi, ister istemez II. Meşrutiyet ile Millî Mücadele arasında bir süreklilik ilişkisi kuruyor. Nitekim Halil Hoca da ders notlarında bir tek Millî Mücadele’nin kadrolarına değinmekle kalmamış. Bakınız ne diyor:

İnkılâp tarihimizi bir bütün olarak kavramak için 1908 Devrimi’nden başlamak en doğru yoldur… 1919’dan sonra kendini gösteren millî ayaklanma ve millî hakimiyetin temelleri bu devirde atılmıştır… Saltanatın ve imparatorluğun ortadan kalkması ve millî devletin kuruluşu olayları, İttihatçılar idaresindeki II. Meşrutiyet devri anlaşılmadan izah edilemez.

Demek oluyor ki, artık tek bir Türk Devrimi olduğu, bu devrimin 1908’de başladığı, 1918’deki yenilgiden sonra karşı-devrimcilerin kısa bir süreliğine iktidarı ele geçirdiği, ama Anadolu’daki isyanla birlikte devrimcilerin yeniden üstün konuma yerleşip Devrim’i hem siyasal hem de toplumsal düzlemde giderek köktenleştirdiklerini anlatan yeni bir tarihyazımına ihtiyacımız olduğunu Halil İnalcık bundan yaklaşık 60 yıl önce söylemiştir. Bizlere de şimdi bu yeni tarihi yazmak kalıyor.

Ahmet Kuyaş

tr_TRTurkish